Kuranı Kerimi Anlamaya Çalışıyoruz
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Kuranı Kerimi Anlamaya Çalışıyoruz

Kuranı kerimin Nüzul sırasına göre her hafta konu bütünlüğü çerçevesinde tefsir kaynaklarından yararlanarak tartışarak kuranı anlamaya çalışacağız. ALLAH RAZI OLSUN
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET)

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Admin
Admin



Mesaj Sayısı : 13
Kayıt tarihi : 09/12/14

Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET) Empty
MesajKonu: Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET)   Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET) Icon_minitimeÇarş. Ara. 10, 2014 10:06 am

Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET)


Giriş: Tefsir usûlünün temel kaynakları

I.Kavramlar

A.Tefsir

Tefsir kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır.
İki kelimede anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı)
Sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.
Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.
Ashab döneminde tefsir lafzı Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken daha sonraları sahâbe açıklamalarını da içine almaya başladı.
Çünkü onlar Kur’ân’ın inişine şahit olmuşlar, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti iyi kavramışlardı.
B.Usûl

Asl kelimesinin çoğuludur.
Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamlarıda vardır.
Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
Usûl= herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlar
Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.
C.Tefsir usûlünün gayesi

Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek
Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmak
II.Tefsir usulü kaynakları

Bedreddin ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’ân
Muhyiddin el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr
Celalüddîn es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî Ulûmi’l-Kur’ân
Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî (1176/1764), el-Fevzü’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsîr
Muhammed Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948), Menâhilu’l-İrfân fi Ulûmi’l-Kur’ân
Subhî es-Salih (1986), Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Mennâ el-Kattân, Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fi Ulûmi’l-Kur’ân





Birinci bölüm: Kur’ân’ın metinleşme süreci

I.Genel olarak vahiy

Vahiy iki varlık arasında vuku bulan bir olaydır.
Kendisine iletilen yani peygamber açısından sübjektif bir tecrübe olmakla birlikte, insanlara iletildiği andan itibaren objektifleşen, umûmîleşen bir olgu halini almaktadır.
Vahyin özelliği: bütün insanlara karşı eşit mesafede olması
İnsanlara inanıp inanmama hürriyeti verilmiştir => istediği gibi kullanmada kapasite ve yetenekte
A.Vahyin tanımı

Vahyin kurumsallaşmış kısmı:
Allah Teâlâ’nın peygamberleri aracılığıyla insanlara mesaj iletmesi şeklinde telakki edilmiştir.
Vahyin genel boyutu:
Yüce Allah’ın bütün varlıklara, yaratılış düzenine uygun hareket tarzlarını belirlemesidir.
وحيfiilinin masdarı olan vahiy lafzı:
Sözlükte: gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, ilhâm etmek, imâ ve işaret etmek, fısıldamak, emretmek, telkin etmek, yazmak ve vesvese vermek gibi manalara gelmektedir.
Kavram olarak: Yüce Allah’ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesi.
Vahyin başlangıç noktasında Allah, bitiş noktansında ise varlıklar (insanlar) bulunmaktadır.
B.Vahyin mahiyeti

Vahyin mâhiyetini kavrayabilmek, onun iç yüzünü yani ne olup ne olmadığını bilmekle mümkündür.
Vahiy 4 varlık münasebetli bir olgu ve tek yönlü bir iletişimden ibarettir.
4 varlık: Allah, aracı melek, peygamber ve insan
Allah→melek ve melek →peygamber: vahyi ilk alan ve peygambere ulaştıran melektir
Tek yönlü iletişim (Allah → melek → peygamber →insan)
Vahyi getiren melekle peygamber arasında meydana gelen iletişimde 2 ortak nokta vardır:
Aynı işaret ve anlaşma sisteminin kullanılması:
Yani lîsânî bir konuşma olması ve kullanılan dilin her iki tarafın anlayabileceği ortak bir dil olması gerekmektedir.

Her peygambere kendi dilinde vahyedilmiştir: Tevrât İbrânice, İncil Ârâmice ve Kur’ân Arapça
Vahiy esnasında konuşan ve dinleyen zâtın aynı kategoriye mensup, aynı düzeyde varlıklar olması lazımdır.
Hz. Peygamber vahiy alma anında beşerî özelliklerinin ve irâdesinin dışına çıkarak tamamen ilâhî irâdenin yönetimine giriyor ve aracı meleğin getirdiği vahyi, manevî yönden onunla aynı seviyeye geldikten sonra alıyordu. → yalnız vasıtalı vahiy için geçerli
Vasıtasız vahiyde Hz. Peygamber’in kalbine bir şekilde ilkâ edilen vahiydir.
Vahyin mahiyeti: iletişimin çok gizli ve son derece süratli bir şekilde gerçekleşmiş olmasıdır.
C.Vahyin geliş şekilleri

Kur’ân-ı Kerim Allah Teâlâ’nın insanla iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu haber vermektedir
İlki:(Şûrâ 42/51): “Allah bir insan ile ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir de izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu O, pek yücedir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.”
Bu âyette Yüce Allah’ın beşer ile iletişim kurma yollarının ilki “vahiy” sözüyle ifade edilmiştir. Burada vahiy, Allah’ın doğrudan doğruya çok süratli ve gizli bir tarzda bilgi aktarması ve birden bire kalbe ilkâ etmesi yani ilhâm anlamındadır.
İkincisi:Perde arkasından gerçekleşen konuşma. Sözlü bir konuşmadan ibarettir. Bu konuşma şeklinde dinleyen konuşanı göremez, sadece yakın biryerden hitap eden gizli bir varlığın mevcut olduğunu anlar.
Özellik: doğrudan doğruya kalbe ilkâ edilmiş olması
Üçüncüsü: Elçi gönderme. Allah’tan melek vasıtasıyla indirilmiş olan vahiydir. 2 şekilde gerçekleşir:
Vahiy elçisinin melekiyetten beşeriyete intikal etmesi
Hz. Peygamber’in beşeriyetten melekiyete geçişiyle gerçekleşmiştir. En zor olanıda budur.
1.Vasıtalı vahiy

Allah’ın dilediği vahiy muhtevalarını aracı melek vasıtasıyla peygamberlerine bildirmesidir. = el-vahyu’l-celî/açık vahiy. 2 ayrı şekilde meydana gelmiştir:

a.Melek aracılığıyla yapılan vahiy

Bu tür vahyi melek Cebrâil’in hem kendi sûretinde hem de insan kılığına girerek getirdiği zikredilir. (Kur’ân’a gore 2 defa: Hira mağarasında ve Necm 53/5-12 kitap sayfa 60)
Buhârî ve Müslim’in kaydettiğine gore Hz. Peygamber’e insan sûretinde vahiy getirmesi de bir defa gerçekleşmiştir.
Hz. Peygamber hem konuşulanı işitiyor hem de konuşanı görüyordu = Cibrîl hadîsi. Böyle hadis geldiğinde ya Dıhye el-Kelbî ya da tanınmayan bir şahıs sûretinde geldiği nakledilmektedir.
b.Ses aracılığıyla alınan vahiy

Vahyin Hz. Peygamber’e çıngırak veya zil sesine benzer bir sesle verildiğide ifade edilmektedir. Resûllullah (sav)’in vahiy alırken en fazla sıkıntı çektiği tarz da buydu.
Kısa bir süre de olsa beşerî özelliklerden soyutlanıp melekiyet âlemine yükseltiliyordu.
2.Vasıtasız vahiy

a.Sâdık rüyalar

Hz. Âişe (ra)’den rivâyet edilen: “Resûlullah (sav)’ın ilk vahiy alması, uykuda gördüğü sâdık rüyalarla başlamıştır.”

Henüz kendisine nübüvvet verilmeden önce bir takım hâdiseler Hz. Peygamber’e sâdık rüyalar vasıtasıyla gösteriliyor; sonra da onlar rüyada gösterildiği şekilde tecelli ediyordu.
Yani vahyin bu şeklinde hiçbir Kur’ân metni indirilmiş değildi, böylece Alak sûresinin ilk 5 âyeti ile çelişki yoktur.
Vahye hazırlık dönemi olarak düşünülebilir.
b.Nebevî ilham

İlhâm= herhangi bir bilginin tefekkür ve istidlâl yoluna başvurmaksızın kalbe doğması.
İlhâm hem peygamberler hem de bazı insanlar (veliler) için söz konusudur.
Nebevî ilhâm = peygamberlere isnâd edilen ilhâm, Allah’tan vasıtasız şekilde buyruk almak
Örnekler:
Hz. Peygamber’in uyanık bulunduğu bir esnada kalbine melek tarafından üflenen vahiy.
Hz. Peygamber’in kalbine bir nûrun tecelli etmesi ve bu sayede kendisine vahyedilen hükmün açık bir şekilde anlaşılması
c.Perde arkasından konuşmak

Hz. Peygamber’in kendisine hitap eden O Yüce Varlığı görmeden yalnızca konuşmasını dinlediği sözlü bir iletişiden ibarettir.
Sadece Hz. Musâ ve Hz. Muhammed (sav)’e mahsustur.
Perde arkasından gerçekleşen vahiy olayında Allah Resûlü’ne 5 vakit namaz ve Bakara Sûresi’nin son 2 âyetinin verildiği ifade edilir.


II.Kur’ân vahyi

Neden vahiy?:
Yaratıcılarını (Allah’ı) insanlara bildirip onları küfürden ve şirkten kurtarmak için.
İnsanların “Haberimiz yoktu” şeklinde mazeretleri kalmasın diye.
İnsanların kendi aralarında daha adil hükmetmeleri için.
Kur’ân Yüce Allah tarafından aracı bir melek vasıtasıyla Hz. Peygamber’e gönderilen ilâhî bir kitap olduğu ve Peygamber’in de 23 senelik bir süre içerisinde kendisine vahyedilen Kur’ân öğretilerini Allah’tan gelen şekliyle insanlara ulaştırmaktır.


B.Kur’ân lafzının lügat ve terim anlamı

1.Lügat anlamı

Önce Kur’ân lafzının hangi kökten türediğini bilmek gerek.

Eş-Şâfii {ö.204-819} ve ona tâbi olanlara göre Kur’ân lafzı ne “kırâat” mastarından ne de başka herhangi bir kökten türemiştir. Eğer bu kelime kırâat masdarından türemiş olsaydı o takdirde her okunan şeye Kur’ân denilmesi gerekirdi. Halbuki Kur’ân, Tevrât ve İncil gibi Allah’ın kelamına verilen özel bir isimdir.


Kur’ân lafzının bir kökten türediğini savunanlar da kendi aralarında ittifak etmiş değillerdir. Bazıları bu kelimenin hemzesiz bazıları da hemzeli olduğunu kabul etmektedirler. Hemzesiz olduğunu ileri sürenlere göre Kur’ân lafzı قرينةkelimesinin çoğulu olan قراٲنdan türemiştir. Karîne “delil” ve “burhân” gibi manalar ifade etmektedir. Kur’ân âyetleri muhtevâ, nazm, vezn, fâsıla ve âhenk yönünden birbirine benzemekte ve birbirine delil olmaktadır. Ancak قراٲنkelimesindeki hemze, kelimenin aslından olmayıp قرينةkökünde bulunan “ي”nın yerine gelmiştir,”ن” harfi ise kelimenin aslındandır. Bu görüş Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad el-ferra [öl 207-822] ‘ya isnâ edilmektedir.


Kur’ân’ın hemzesiz bir kökten türediğini ileri süren Ebu’l-hasan el-Eşarî [öl 324-936]’ye göre de Kur’ân lafzı,bir şeyi diğerine yaklaştırmak ve bitiştirmek manasına gelen قرنfiilinden türemiştir. Çünkü Kur’ân’da yer alan sûre ve âyetler birbirine bitişiktir. Bu yüzdendir ki, ona Kur’ân ismi verilmiştir. Hac ile umreyi bitiştirmeğe de bu mana da “kırân”denilmektedir.


Kur’ân lafzının hemzeli bir kökten türediğini savunanlara göre toplamak manasına gelen القرءmastardan türemiş “ڧعلان”vezninden bir sıfattır. Bu görüşü ileri sürenler Katâde [öl 118-736], Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellam[öl 224-839] ve ez-Zeccâc [öl 311-923]’dır.


Ebu’l-Hasen Ali b. Hâzım el-Lihyânî {öl.215-830}Kur’ân lafzı “okudu” manasını ifade eden قرٲfiilinden türemiş “ڧعلان” vezninde bir masdardır; ama ism-i mef’ûl manasında kullanılmaktadır.
En çok taraftar toplayan görüştür
Bir başka görüş: Kur’ân lafzı, “dışarı çıkarıp attı” anlamına gelen قرٲfiilinden gelmektedir. Kur’ân okuyan kimsede kırâat esnasında kelime ve harfleri ağzından dışarı çıkardığı için, onun yaptığı işe de kırâat denilmektedir.
2.Terim anlamı

Hz. Peygamber {sav}’e vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır.

“Hz. Peygamber [sav]’e indirildiği”: diğer semâvî kitapları ve Resûlullah’ın hadislerini dışarıda bırakmakta
“vahiy yoluyla gelmiş olması”:onun ilâhî kaynaklı olduğunu beyân etmektedir.
“mushaflara yazılan”: Kur’ân’dan olmayan hiçbir kelâm ve kelimenin Kur’ân’a girmemesi.
“tevâtüren nakli”:hem lafız hem de mana itibariyle mütevâtir derecesine ulaşmayan kırâatların Kur’ân’dan sayılmayacağı
“okunmasıyla ibâdet edilen”:meâli, tefsiri veya mütevâtir olarak nakledilen kudsî hadîslerle ibâdet edilmez. Manaları Hz. Peygamber’den olduğu için Kur’ân değildir.


B.Kur’ân’ın nüzûlü

Vahiy: yeni gelişmelere paralel olarak fert ve topluma yol göstermeyi hedeflemektedir. Amacı: insanları Allah’ın irâdesi doğrultusunda ıslah etmektedir.
Bunun için  toptan değil tedrici bir tarzda inzâl edilmiştir.
1.Kur’ân’ın Cebrâil’e intikali

Vahyin aracı melek Cebrâil’e intikali konusunda 3 ayrı görüş:

Cebrâil vahyi Levh-i mahfuz’dan almıştır
Bazı görevli melekler tarafından yirmi gecede Cebrâil’e intikal ettirilmiştir
Kur’ân’I Cebrâil bizzat Allah’tan semâen yani dinleyerek almıştır.
2.Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e inzâli

Kadir gecesinde indirilmeye başlandığı haber verilen Kur’ân vahyinin inzâli konusunda 3 ayrı görüş:

Kur’ân vahyi önce Levh-i mahfuz’dan bir bütün olarak “Beytü’l-izzet”’e yani dünya semâsına, oradan da çeşitli zaman aralıklarıyla 23 yılda Hz. Peygamber’e nâzil olmuştur.


Kur’ân bütün olarak değil, ama yüce Allah’ın periyodik olarak yani bir sene içerisinde inişini takdir etmiş olduğu miktarlar şeklinde 23 Kadir gecesinde dünya semâsına indirilmiş oradan da tedrîcî bir tarzda Hz. Peygamber’e inzâl edilmiştir.


Kur’ân, Kadir gecesinde başlayarak 23 seneye yakın bir süre içerisinde meydana gelen hâdiselere göre değişik zamanlarda doğrudan Hz. Muhammed’e indirilmiştir.


Ez-Zerkeşî en isabetli görüşün ilk görüş olduğunu beyân ediyor.

Kur’ân 23 senelik bir süre içerisinde meydana gelen hâdiselere ışık tutmak için tamamen ilâhî bir program dahilinde peyderpey indirilmiş mûcize bir kitaptır.

Kur’ân hem anlam hem de lafız olarak Allah’tan gelmiştir.

a.Kur’ân vahyinin başlangıcı

İlk defa Ramazan ayında ve Kadir gecesinde inmeye başladığı şeklidir.

Hz. Âişe {ra} rivayeti. O şöyle demektedir. “Allah’ın elçisine ilk defa vahiy, sâdık rüya yoluyla gelmeye başlamıştır. Onun her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi çıkardı. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Artık o Hira mağarasında ibadet ediyor, yalnız azık almak için evine geliyor ve tekrar aynı mağaraya dönüyordu. Allah Resûlü {sav}’nün  mağarada bulunduğu bir esnada ona vahiy meleği gelip “oku” dedi o da “ben okuma bilme” cevabını verdi. Resûlullah buyurdu ki. “o zaman melek beni tuttu, tâkatım kesilinceye kadar sıktı, sonra bırakıp tekrar “oku” dedi.  Ben de: “okuma bilmem” dedim. İkinci kez beni tuttu, tâkatım kesilinceye kadar sıktı ve bıraktı, yine bana “oku” dedi. Bende “okuma bilmem” dedim, yine beni tuttu 3cü defa sıktı ve bıraktı sonra bana “Yaratan Rabbin adıyla oku,O insanı aşılanmış bir yumurtadan yarattı. O keremi sonsuz Rabbin adıyla oku. O kalemle öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti dedi”. Böylece Allah’ın Resûlü {sav} kendisine vahyedilen bu âyetlerin dehşetinden titreye titreye hanımı Hz. Hatice’nin yanına geldi ve “beni örtün” dedi. Korkusu geçince Hz. Hatice’ye anlattı başından geçen olayları ve “başıma bir şey gelmesinden korkuyorum dedi”Hz. Hatice korkma Allah seni asla utandırmaz….” Dedi.

sayfa: 74

b.Kur’ân vahyinde tedricilik

Kur’ân’ın tedrîcen indirilmesinde bir takım hikmetler söz konusudur:

Kur’ân’ın tedrîcen indirilişinde esas olan, vahyin yeni gelişmelere paralel olarak indirilmesidir.                 → meydana gelen problemlerin çözümü
Tedrîce konu olan Kur’ân vahyi ne nüzûl çağının muasırı olan toplumun örf, âdet, yaşayış, zihnî alışkanlık ve idrâk biçimlerinin; ne de onu tebliğ eden zâtın hayatının bir yansıması ve onlar tarafından yönlendirilmiş güdümlü bir vahiy muhtevasıdır. Kur’ân vahyi Allah’ın ezelî kelâmıdır, o olaylar olsada olmasada aynı konulu vahiy gelecektir.

Diğer özellik: Hükümlerde önem sırasının gözetilmiş olması, bu asıl hükümlerin önce tamamlayıcı ya da tâli derecedeki hükümlerin genellikle sonra indirilmesi şeklinde ifade edilebilir.
Kolaylık ve zorluk açısından da vahyin muhtevasında yer alan hükümlerde bir tedricilik söz konusudur. Göze çarpan husus: mükellefiyetlerde genel olarak kolaydan zora doğru bir seyrin izlenmiş olmasıdır.
Kur’ân’ın çeşitli zaman aralıklarıyla nâzil olması→İslâm hukukçuları açısından da büyük önem taşımaktadır. Her vahiy kendisine ihtiyaç duyulduğunda bir sebep veya olay üzerine o sorunu çözmek için geliyordu. Böylece hukukçulara sebeplerle olaylar arasında münasebet kurarak nasların manalarını anlama, yorumlama ve hüküm çıkarmada kolaylık sağlanmış oluyor.
III.Kur’ân’ın metinleşmesiyle ilgili faaliyetler

A.Kur’ân’ın tespiti

Hz. Peygamber’in aslî görevi vahiy yoluyla gelen Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, aynı zamanda gelecek kuşaklara da intikalini sağlamak amacıyla onları korunabilecek bir hale getirmekti. Bu yüzden Allah Resûlü, bir taraftan tebliğ vazifesini yerine getirirken diğer taraftan da sahâbileri, Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu.

→Ancak Hz. Peygamber nâzil olan Kur’ân vahyinin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü hâfıza daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilir.

Ezberle birlikte yazılmasınıda emrediyordu Hz. Peygamber.
1.Kur’ân’ın yazılması

Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân vahyinin tamamını, her vahyin nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Bazı örnekler:

Hz. Ömer (ra)’ın Müslüman olma hâdisesinde kız kardeşinin elinde bulunan Tâhâ Sûresi’nin baş tarafındaki âyetlerin yazılı bulunduğu sayfa.
Hz. Osman: “Peygamber (sav)’e herhangi bir Kur’ân bölümü nâzil olduğunda kâtiplerinden birini çağırır ve ona: “ Bu âyetleri (yazıp), falan âyetleri içine alan sûreye koy” derdi.”
Abdullah b. Ömer: “Biz, üzerimizde Kur’ân nüshası taşıdığımızda düşman memleketlerine gitmekten menedilmiştik. Bunun sebebi, o nüshaların düşman eline geçme korkusu idi.”
Hz. Peygamber’in “Benden Kur’ân’ın dışında bir şey yazmayınız...” sözü de Kur’ân vahyinin yazıldığını gösteren delillerdendir.
→ Vahyin Mekke döneminde yazılmadığı konusunda en küçük bir tereddüt bile söz konusu değildir. Kesin olarak bilinmeyen vahyin Mekke’de ne zaman yazılmaya başlandığı hususudur.

→ Kur’ân’ı Kerim’in Mekke’de nâzil olmaya başladığı andan itibaren yazıya geçirildiğini söylemek mümkündür.

Hz. Peygamber ümmî olduğundan dolayı risâletinin başlangıcından itibaren okuma-yazma bilen sahâbilerden bazılarını vâhiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Ne zaman vahiy gelse hemen birini çağırır yazdırırdı.

İlk vahiy kâtibi: Ubeyy b. Ka’b
Hz. Peygamber Ubeyy b. Ka’b’ı bulamadığı zamanlarda Zeyd b. Sâbit’i çağırıp ona yazdırmıştır.
Kâtip yazma işini  bitirince Hz. Peygamber (sav) ona yazdığını yüksek sesle okumasını emrediyordu. Böylece herhangi bir yanlış veya noksan bulunursa, bunu hemen düzelttiriyordu. İstinsah işi bittikten sonra da mukâbele gören asıl nüsha, Resûlullah’a teslim edilip hâne-i saadette muhafaza ediliyordu.

Hz. Muhammed (sav)’in mevcut en uygun malzemeleri temin edip vahyi tamamlanan sûreleri ilk yazılı malzemelerden temize çektirmek suretiyle muhafaza ettirniştir.

2.Yazılan metnin muhafaza edilmesi

Bu konuda 2 ayrı yaklaşım mevcuttur:

Bir kısım İslâm bilgininin iddiasına göre vahiy kâtipleri tarafından yazılan her metin tashih edildikten sonra Hz. Peygamber’in evinde muhafaza ediliyordu. Çünkü Hz. Ebû Bekr Kur’ân’ın toplanması esnasında Resûlullah (sav)’ın evinde çok sayıda iplerle birbirine bağlı olan yazılı metin bulmuştu. Bu nüsha tam bir Kur’ân nüshası değildi, eğer öyle olsaydı Kur’ân’ı cem etme komisyonu kurulmazdı.
Diğer iddia ise vahiy kâtipleri tarafından kaydedilip sonrada istinsah edilen âyet metinleri bunları yazan kâtipler tarafından koruma altına alınmıştır. Çünkü bu durum vahiy kâtiplerinin yazdıkları asıl metinlerden kopyalama yoluyla nüsha çıkarmak isteyen sahâbîler için de daha pratik bir yol olarak görünüyordu.
2 yaklaşım arasında değerlendirme:

Yazılan nüshalar eğer Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edilmiş olsaydı Hz. Ebû Bekr’in derleme esnasında Kur’ân’ın tamamını bulmuş olması gerekirdi.

Kısaca Kur’ân nüshaları istinsahtaki pratiklik açısından vahiy kâtiplerinin muhafaza ettiğini ileri sürerek, Allah’ın Resûlü (sav)’nün evinde bulunan nüshayı kendi şahsî nüshası olduğunu söylemek daha isabetli bir yaklaşım olarak görünmektedir.

3.Kur’ân metninin mushaf haline getirilmemesi

Allah Resûlü hayatta iken Kur’ânı Mushaf haline getirmemiştir.

Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın bir araya toplanması ve Hz. Osman devrinde de istinsah edilmesi hep bir ihtiyaç sonucu olmuştur. Resûlullah {sav} devrinde böyle bir ihtiyaç ortaya çıkmamıştır. Çünkü “emînu’l-vahy” yani vahyin güvencesi olan zât hayatta idi, bu yüzden de Kur’ân’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi ve kaybolma endişesi söz konusu değildi.
Son nâzil olan âyet ile Hz. Peygamber’in vefatı arasında geçen süre bir rivâyete göre 81 gün, çoğunluğun kanaatine göre de 9 gecedir. İki sürede Kur’ân’ın toplanmasına yetmeyeceği ortadadır. Zeyd b. Sabit dağınık kuran metinlerini ancak 1 yılda toplayabilmiştir.
Kur’ân’ın tamamı bir defada inmeyip çeşitli vesileler üzerine değişik zamanlarda nâzil oluyordu. Vahyin devam ederken Kur’ân’ı derlemek yani iki kapak arasında toplamak söz konusu olamazdı.
Bazı âlimler de bu meseleyi nesih olayı ile irtibatlandırmaktadırlar. Kur’ân bir cilt haline getirilseydi nesih olayı devam ettiği için bazı karışıklıklar meydana gelebilirdi. Böyle bir karışıklığa yol açmamak için nesih sonuna erinceye kadar Kur’ân bir araya cem edilmedi.
B.Kur’ân’ın derlenmesi (cem’)

Resûlullah [sav] her gelen vahiy metnini kâtiplerine kaydettirmiş, sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitâbeten derleme mümkün olmamışsada, tilâveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi Peygamberin vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde yapılmıştır.

1.Derlemeyi gerektiren sebepler

Hz. Muhammed (sav)’in vefatından sonra gelen halifenin dağınık olan Kur’ân’ı Kerim’i iki kitap arasında derleyip bir Mushaf haline getirme mecburiyeti vardı. Çünkü vahyin teminati olan Hz. Peygamber yoktu artık.


Kur’ân’ın bazı parçaları çok az kimsede yazılı olarak bulunduğundan dolayı bunlar çok geçmeden kaybolabilirdi.


Resmî bir mushafın olmaması.


Hz. Ebû Bekr zamanında yapılan Yemâme savaşında birçok kurrâ sahâbinin şehit edilmesi.
Âyetlerin kaybolma tehlikesini sahâbe arasında ilk sezen Hz. Ömer olmuştu. Hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekr’e giderek endişesini dile getirip ona Kur’ân’I derlemesini teklif etti. Hz. Ebû Bekr’in tereddütleri vardı: insanların Kur’ân’ı ezberlemede gevşeklik gösterebilecekleri endişesi ve Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi yapmaktan çekinme kaygısı.

2.Derlenme görevinin Zeyd b. Sâbit’e verilmesi

Kur’ân Hz. Peygamber zamanında sahifelere ya da sahife yerine geçen bir takım malzemelere yazılmıştı, fakat dağınık bir halde bulunuyordu.
Hz. Osman halife olunca, kıraât ihtilâflarından korktu ve neticede daha once cem edilmiş olan Mushaf’ın çoğaltılmasını emretti.
Kur’ân’ı derleme işinin Zeyd’e verilmesi:

Zeyd’in Hz. Peygamber tarafından özel olarak görevlendirilen vahiy kâtiplerinden olması.
Zekâsıyla sahâbiler arasında temayüz etmiş bulunması.
Zeyd’in, Resûlullah [sav] daha hayatta iken Kur’ân’ın tamamını ezberlemesi ve çok düzgün bir şekilde okuması.
Arza-i ahîrede yani Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı baştan sona Cebrâil’e 2 defa okuduğu mecliste hazır bulunmuş olması.
Genç olması dolayısıyla kendisinden istenileni daha rahat bir şekilde yapabilecek donanıma sahip bulunması.
Herhangi bir şeyle itham edilmesi dolayısıyla bütün insanların ona güven duyması.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://tefsir.hareketforum.net
Admin
Admin



Mesaj Sayısı : 13
Kayıt tarihi : 09/12/14

Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET) Empty
MesajKonu: Geri: Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET)   Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET) Icon_minitimeÇarş. Ara. 10, 2014 10:07 am

3.Derlemede takip edilen yöntem

Bu konuda son derece sağlam ve hassas bir yol izlenmiştir.

Kur’ân’ı derleme işinde hem Hz. Peygamber (sav)’in huzurunda yazılana hem de insanların ezberlerinde bulunanlara birlikte itibar edilmiştir.
Metinlerin kabul edilmesi için Hz. Peygamber’in huzurunda yazıldığına şahitlik edecek 2 şahit istenmiştir. (Huzeyme b. Sâbit’in getirdiği metinlerde şahit istenmemiştir, çünkü o zü’ş-şehâdeteyn = şahitliği 2 kişinin şahitliğine denk) daha geniş bilgi sayfa 92....
→ Bu metodun sebebi ortaya çıkma ihtimali bulunan herhangi bir şüpheye hiçbir şekilde imkân vermemekti.

Zeyd b. Sâbit, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr gibi büyük sahâbilerden bazılarının da  yardımlarıyla ancak bir yılın sonunda Kur’ân’ı derleyebilmişti.

4.Derlenen Mushaf’ın özellikleri

Kur’ân’ı dağınık görüntüden kurtarmak hem de istifadeyi kolaylaştırmak amacıyla Zeyd, söz konusu Kur’ân bölümlerini deri üzerine yazdırarak yeni bir nüsha meydana getirdi. Bu nüshanın özellikleri:

Derleme işi, en sağlam ilmî usûllerle gerçekleştirilmiştir.
Tilâveti mensuh olan âyetler Kur’ân metnine alınmamıştır .
Söz konusu nüsha içinde yer alan âyetlerin tevâtür yoluyla bize intikal etmiş olduğunda ümmetin icmâı vardır.
Derlenen Mushaf yedi harfi içermektedir.
Zeyd b. Sâbit tarafından yazdırılan bu Kur’ân’a Abdullah b. Mes’ûd’un teklifiyle “Mushaf” ismi verilmiştir.
Bu nüshayı halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr’in onun vefatından sonra da Hz. Ömer’in yanında muhafaza altına almıştır. Hz. Ömer’in vefatından sonrada kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir.

Hz. Osman’ın zamanında çoğaltılma meselesi gündeme gelince Hz. Hafsadan ödünç alınarak istinsahın ardından iade edilmiştir.

Mushaf Hafsanın ardından Medine valisi tarafından Abdullah b. Ömer’den alınarak Hz. Osman’ın çoğalttırdığı mushaflar arasında ihtilaf olmasın diye o nüshayı yakmıştır.

               → Bunun nedeni ise Hz. Ebû Bekr zamanında cem edilen Mushaf’ın yedi harf’i ihtiva edip çoğaltma esnasında “arza-i ahîre” itibariyle tek bir harf üzerine yazılmasından dolayı çıkabilecek ihtilafları önlemekti.

Hz. Ebû Bekr okumada kolaylık sağlayacağı ümidiyle olsa gerek ki, söz konusu ruhsatı esas alarak, Kur’ân’ı yedi harf üzere cem ettirmiş, fakat Hz. Osman da kendi döneminde ortaya çıkan kıraât ihtilaflarını önlemek maksadıyla Kur’ân’ın yedi harften birine göre çoğaltılmasını kararlaştırmıştır.

C.  Kur’ân’ın çoğaltılması (istinsâh)

Kur’ân’ın ilâhîlik vasfını korumak amacıyla girişilen beşerî faaliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Hz. Ömer’in vefatından 3 gün sonra halife olarak kendisine biat edilip,10 seneyi aşkın bir süre bu görevde kalan Hz. Osman’ın devlet başkanlığı esnasında yapmış olduğu hizmetlerin en büyüğüdür.

1.Çoğaltmayı gerektiren sebepler

Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın cem işinden sonra, Hz. Ömer’in hilafet müddeti boyunca Kur’ân’a yönelik herhangi bir faaliyet içersine girilmemiştir. Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında ise Mushaftan birkaç nüshanın çoğaltılması zarureti meydana gelmiştir.

O dönemde hem Medine hem de Medine dışında bir takım kıraât ihtilafları zuhûr etmişti. İhtilaflar öyle bir boyut kazanmıştıki savaşa kadar gidilirdi.
Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsadan Kur’ân nüshasını alarak çoğalttırdı ve İslâm ülkelerine dağıttırdı. Diğer kıraâtler üzerine yazılan nüshalarında yakılmasını emretti.



Müslümanları ihtilafa düşüren sebepler:

Kur’ân’ın yedi harf ile okunmasına ruhsat verilmiş olması ve bu ruhsatın bir uzantısı olarak Hz. Ebû Bekr zamanında derlenen Kur’ân’ın da aynı şekilde yedi harfi içermesi.
Bazı sahâbilerin husûsi Mushaflarına tefsîri mahiyette bir takım kelimeleri ilave etmiş olması.
2.Çoğalmada esas alınan prensipler

Hz. Osman, Kur’ân’ı çoğaltmak üzere kurmuş olduğu heyete, bazı prensipler doğrultusunda çalışmaları talimatını da vermişti:

Çoğaltmada, Hz. Ebû Bekr tarafından derlenen Mushaf esas alınacaktır.
Çoğaltılacak Kur’ân’lara son arzada takarrur etmiş yani Kur’âniyeti kesinleşmiş olan okuma tarzı yazılacaktır. Hz. Peygamber’in son arzada okumuş olduğu bir harf alınıp, altı harf terk edilecektir.
Tilâveti neshedilmiş yani lafızları yürürlükten kaldırılmış olan âyetler bu nüshalara kaydedilmeyecektir.
Eğer komisyon üyeleri arasında lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf ortaya çıkarsa, Kureyş lehçesi esas alınacaktır.
Birkaç Kur’ân nüshası yazılacak muhtelif beldelere gönderilecek, daha önce yazılıp kıraâtı ve kitâbeti bu örnek nüshaya uymayan Mushaflar ya da sahifeler yakılarak imha edilecektir.
Sûreler yeniden tertip edilecektir, çünkü Hz. Ebû Bekr’in cem ettirmiş olduğu Mushafın her süre, içerdiği âyetler itibariyle bugün Müslümanların elinde bulunan Kur’ân’larla aynı tertiple olsa da sûre tertibi farklıydı. Bu yüzden Hz. Osman sûrelerin yeni bir tertibe tâbi tutulmasını da prensip olarak emretmişti.
Tefsir ve açıklama maksadıyla kaydedilen birtakım özel notlar bu Mushaflara yazılmayacaktır.
3.Çoğaltılma esnasında yapılan faaliyetler

Kur’ân’ın çoğaltılmasıyla ilgili faaliyetler tam 5 senede tamamlanmıştır.

7 tane nüsha yazılmıştır: birisi Medine, diğerleri ise Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyne gönderilmiştir. Medinede ki nüshaya “İmam Mushaf”denilmektedir.



Hz. Osman aldığı kararlarında ferdî hareket etmeyip Müslümanların görüş ve düşüncelerine başvurmuş ve onlarla yapmış olduğu istişâre neticesinde kendi çoğalttırdığı nüshaların dışındaki Mushafların yakılması kararını almıştır.



Hz. Osman’ın o dönemdeki kıraât ihtilaflarını ortadan kaldırma noktasında yapmış olduğu önemli işlerden biri de çoğaltılan bu Kur’ân nüshalarını çeşitli İslâm merkezlerine göndermekle yetinmeyip, söz konusu Mushafların kıraât tarzlarını, o beldelerdeki insanlara öğretecek Kur’ân muallimlerini de göndermiş olmasıdır.

Beklenen sonuç: hem kıraât hem de kitâbette birlik
4.Çoğaltılan Mushaflardan günümüze ulaşanlar

İstinsah edilip İslâm merkezlerine gönderilen Mushaflardan 4 tanesi yangınlar, savaşlar veya benzeri olaylar sonucu yok olup gitmiştir.

Ancak bunlardan 3ü günümüze kadar gelebilmiştir. (Topkapı Sarayı, Taşkent ve Londra)



D.Kur’ân’a hareke ve nokta konulması

Arap yazısı İslâm’dan önce oldukça basit bir halde bulunuyordu. Ancak İslâm’dan sonra bu yazı gelişmeye ve yayılmaya başladı. Müslümanların Medine’ye hicret etmelerinin ardından geniş bir okuma yazma faaliyetinin başlaması neticesi yazı, yaygınlaşmış olmakla birlikte, henüz mükemmel bir hale gelmiş değildi.



Sahâbiler Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı nokta ver harekesiz olan yazıyı hatasız okuyordu. Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve bunların Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık sık rastlanır olmuştu.

Noktasız ve harekesiz olmasından dolayı
Kur’ân’ı bu yanlışlardan korumak gerekiyordu. Bunun için okumayı kolaylaştıracak ve sağlıklı kılacak hareke ve nokta gibi bazı işaretleri kullanmak gerekiyordu.

Bunu ilk düşünen Basra valisidir
Vali dönemin büyük dilbilimcisini (ed-Düeli) çağırarak bir sistem geliştirmesini söyler. Oda valinin göndermiş olduğu kâtipler arasından bir kâtip seçer. Ed-Düeli’nin Kur’ân âyetlerini yavaş yavaş okuması esnasında kâtip elinde bulunan yazılı nüshaya i’râbı (harekeyi) gösterecek işaretler koymasından ibarettir.

Harekeler için mürekkebin renginden farklı bir renk kullanılmıştır.
Fetha için üste, kesre için alta ve ötre için ortaya bir nokta.
Arap olmayan unsurlar için harfleri birbirinden ayırmakta zordu.

Bunu ilk farkeden Irak valisidir
Vali ya Nasr b. Âsım ya da Yahya b. Ya’mer’den önlem almasını istemişti. Harfleri birbirinden ayırmak için yine noktalara başvurulmuştu. (= i’câb) Harekelemede kullanılan renkten farklı olan mürekkep tercih edilmiştir, ama metinle aynı renk.



Büyük lügat âlimi, Halil b. Ahmed bügün bildiğimiz sistemi geliştirerek, Kur’ân’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini vermiştir.

(detaylı bilgi sayfa 109)

E.Kur’ân metninin tertibi

Kur’ân vahyedildiği andan itibaren bir tertibe tâbi tutulmuştu.

Hz. Peygamber (sav) vahiy kâtiplerine yazdıkları vahyin hangi sıraya konulacağını söylüyordu.
Hz. Peygamber bizzat kendisi de her sene Ramazan ayında gelen bir yıllık vahiy metnini Cebrâil’e arz ediyordu.
Arza-i âhire = vahyin bitimindeki iki mukabele (Hz. Peygamber ve Cebrâil)
1.Âyet

(a).Genel bilgiler

Sözlükte “herhangi bir şeyin varlığını gösteren alâmet”anlamına gelir. “Açık işaret,” “delil” , “ibret”, “ mucize” gibi anlamlara da gelir.
Mutlak anlamda 2 kısma ayrılır: Fiilî ve kavlî âyetler
Fiilî:
Sadece âlimlerin farkına varabileceği tabiat kanunlarında mevcut olan âyetler.
Güneş ve ay tutulması, gök gürlemesi gibi herkesin müşahede edebileceği âyetler.
Mûcizeler gibi olağanüstü âyetler şeklinde üç kısma ayırmaktır.
Kavlî:
Peygamberlere indirilen ilâhî kitapların hepsi bu tür âyetleri içermektedir. Bunlar fiilî âyetlere işaret eder ve insanlar tarafından kolaylıkla anlaşılmaları için gerekli açıklamaları ihtiva ederler. Bu kısma giren âyetlere “teşriî”, “tenzîlî” ve “vahyî” ayetler denmektedir.
(b).Âyetlerin tertibi

Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

Âyetlerin sıralanmasının ve sûre başlarına besmelenin konulmasının Hz. Peygamber’in emriyle olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Bu konuda Müslümanlar arasında bir ihtilaf yoktur.
İslâm bilginleri, âyetlerin Kur’ân’daki sıralanışının Mushaflarda gördüğümüz tarzda olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Kur’ân’ların tertibinde herhangi bir farklılık söz konusu değildir.

Cebrâil (as) vahiy getirdikçe her âyetin yerini de Resûlullah efendimize bildirmiştir.
Hz. Peygamber Kur’ân’ı yazdırdığı tertibe göre ashaba okumuş ve her senenin sonunda Cebrâil’e aynı tertiple arz etmiştir.

Yani Kur’ân herhangi bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir.

2.Sûre

(a.) Genel bilgiler

Sûre kelimesi sözlükte, “yüksek makam” , “ üstün derece”, “şan”, “ şeref”, “binanın kısım veya katları” anlamına gelir. Çoğulu “süver” dir.

Istılahta ise “âyetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân bölümü” demektir.



Sûreler isimlerini, kıssalarda geçen şahıslardan yahut konu edindikleri topluluklardan veya ilk kelimesinden almaktadırlar. Bazı sûrelere birden fazla isim verilmiştir.



Kur’ân sûrelerine verilen isimlerin tevkîfî olduğunu söylemek daha isabetli olur. Çünkü eğer ictihâdî olduğunu kabul ettiğimizde, bu olgunun hâlâ devam ettiğini düşünürsek, her müfessire sûrelere isim koyma şansını tanımış oluruz.



Âyet sayısı bakımından tasnif:

Tuvel = âyet sayısı 100 den fazla olan sûreler
Miûn = âyetlerin yüz dolayında veya biraz geçenler
Mesânî = yüzün altında bulunanlar
Mufassal = kısa ve besmeleli fasılaları çok olan sûreler


Mekkî ve Medenî âyetler:

Bilginlerin bir kısmı mekânı bir kısmıda zamanı/hicreti  bir kısmıda hitâbı esas almıştır.

Mekânı esas alanlar: Mekke ve çevresinde inen âyetler = Mekkî, Medine ve çevresinde inenler = Medenî
Zamanı esas alanlar: Hicretten önce inen âyetler = Mekkî, hicretten sonra inen âyetler = Medenî
Ama hicretten sonra Mekke’nin fethiyle o mekânda inenler bu taksime göre Medenî olarak tellakki edilmektedir.

Hitabı esas alanlar: Mekke ehlini konu edinenlere Mekkî, Medine ehlini konu edinenlere de Medenî demektedirler
→ En çok tercih edilen yaklaşım, zamanı esas alanların görüşüdür.

(b.) Sûrelerin tertibi

İslâm âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde değillerdir. Görüşleri 3 grupta toplamak mümkündür:

Sûrelerin tertibi içtihâdîdir. Bu gruptaki âlimlerin başında İmam Mâlik (ö. 179/795) gelmektedir. Ona göre sahâbîler, Hz. Peygamber’den işittikleri Kur’ân’ı kendi içtihadları doğrultusunda tertip etmişlerdir. Aynı görüşte olan el-Bâkillânî (ö. 403/1012) de Mushaflardaki tertibin sahâbe içtihadına dayandığını ifade etmektedir.

Ebu’l-Huseyn Ahmed b. Fâris’in görüşü: Kur’ân için 2 tertip söz konusudur.
Birisi sûrelerin tertibidir. Bu tertip sahâbenin yapmış olduğu bir tertiptir.
İkinciside âyetlerin bir kısmının diğerine eklenmesi, bir kıssanın diğer bir kıssayı takip etmesidir ki Cebrâil bunu Allah’tan aldığı emir üzerine Resûlullah (sav)’a tebliğ etmiş, o da bu emri yerine getirmiştir.
→ Eğer sûrelerin tertibi tefkîfî olsaydı, Hz. Ebû Bekr’in cem ettirdiği ve Hz. Osman’ın çoğalltırdığı Kur’ân arasında herhangi bir farklılık olmazdı. Veya da hususi Mushaf yazan sahâbîler sûre sıralamasını kendi içtihadleri doğrultusunda yapamazlardı.

Sûrelerin tertibi tevfîkîdir. Bu görüşte olan âlimlerden biri İbnu’l Enbârî  (ö. 328/940)’dir. Ona göre sûreler genellikle meydana gelen bir hâdise, âyetler de soru soranlara cevap vermek üzere nâzil oluyordu. Cebrâil vahiy getirdiği zaman Hz. Peygamber’e her sûrenin yerini bildirirdi. Sûrelerin tertibi de, âyet ve harflerin tertibi gibiydi.
Kısmen tevfîkî kısmen de içtihadîdir. Kur’ân’daki bir kısım sûrelerin tertibi bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılmış, bir kısmı da ümmete bırakılmıştır.
IV.Kur’ân’ın okunması

A.Yedi harf

1.Yedi harf (el-Ahrufu’s-Seb’a) kavramı

“el-Ahrufu’s-Seb’a” bir sıfat terkibidir.

Ahruf: harf kelimesinin çoğuludur. Harf sözlükte: bir şeyin ucu, kenarı, sivri ve keskin taraf demektir. Ayrıca vecih, üslup, kıraât ve lehçe anlamına gelmektedir.
Seb’a lafzı hakkında 2 görüş vardır: biri yedi sayısını ifade ettiği yönünde diğeri ise mecâzî mana ifade edip, genişlik ve kolaylık demektir.
2.Yedi harfle ilgili hadisler ve değerlendirmesi

(a.) Yedi harf ile ilgili hadisler

Yedi harfle ilgili hadisler başta kütüb-ü sitte olmak üzere pek çok hadis kitabında yer almaktadır.

İbn Abbas’tan nakledilmiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:”Cibril bana Kur’ân’ı bir harf üzere okuttu”. Ancak artırması için müracaatta bulundum. Tekrar tekrar aynı müracaatımı yapıyordum, o da her seferinde artırıyordu. Nihayet yedi harfe kadar çıkıp orada kaldı.
(daha çok örnek için sayfa 120)

(b.)Hadislerin değerlendirilmesi

Hemen hemen tüm hadislerde ortak bulunan: “ Kur’ân yedi harf üzere nâzil olmuştur, ondan kolayınıza geleni okuyunuz.” Sözü tevâtür derecesine ulaşmıştır.

3.Yedi harf hakkında ileri sürülen görüşler ve tenkidi

(a.)Zayıf görüşler

Yedi harften maksat nâsih, mensûh, umûm, husûs, mücmel, mübeyyen ve müfesserdir.
Emir, nehiy, taleb, duâ, haber, istihbâr ve zecr.
Va’d, va’îd, mutlak, mukayyed, tefsir, te’vil ve i’râb.
Helâl, harâm, muhkem, müteşâbih, inşâ ve ihbâr.
Mukaddem, muahhar, ferâiz, hudûd, mevâiz, müteşâbih ve emsâl.
Mutlak-mukayyed, umûm-husûs, nass-müevvel, nâsih-mensûh, mücmel-müfesser, istisnâ ve kısımlarıdır.
Meşhur yedi imamın kıraâtıdır.
İsbât ve icâd ilmi, tevhid ilmi, tenzih ilmi, zât sıfatları ilmi, fiil sıfatları ilmi, af ve azâb ilmi, haşr ve hesâb ilmi, nübüvvet ilmi ve imâmet ilmidir.
Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, İbn Mes’ud, İbn Abbâs ve Ubeyy b. Ka’b kıraâtlarıdır.
(b.)Kuvvetli görüşler

Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.
Yedi harften maksat aynı manayı gelen çeşitli lafızların yedi vechidir, eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma tarzıdır.
Yedi harfle kastedilen yedi vecih{tarz}dır.
Örnekler sayfa 124-126

4.Değerlendirme

Yedi harf, lehçe değişiklikleri, yaş farkı ve bilgi seviyesindeki değişikliklerden doğan okuma farkları, bazı lafızlarda ve cümle tertibinde, asıl manayı bozmayacak ihtilaflardan ibarettir.

Hz. Peygamber, Kur’ân’ı bütünüyle yazdırdığı halde, vahy katiplerine değişik bir metin yazdırdığını gösteren bir rivayet yoktur.
Fethten sonra pek çok kabile Medine’ye gelerek müslüman olduklarını bildirmişlerdi. Bunlar çok kısa süre Medine’de kalıp geri gidiyorlardı. Bu kısa müddette ne öğrenirlerse onunla kalıyorlardı. Bu kişiler eğitim görmediklerinden öğrenmeleri de güçtü. Bu nedenle Kur’ân’ı kendi ifade tarzlarına göre okumalarına müsade edildi. Ama manayı bozmayacaklardı ve bu bir ruhsattı.
Bu okuyuşları Rasûlüllâh’tan almış olsalar bile bu farklar vahy değildir. Çünkü, Rasûlüllâh’tan alınmayan şekiller de vardır. Belki, yapacakları değişiklikleri bilene onaylatmaları gerekmekteydi.
Bu durum Osman dönemine kadar sürdü. Orijinal Kur’ân metni Ebû Bekr zamanında toplanmış olmakla birlikte farklı okuyuşlara ve nüshalara ses çıkarılmamıştı. Osman zamanında ise, kıraat farkları birbirini küfre nisbet ettirmeye kadar gittiğinden Osman bu metni çoğalttı ve bu metne aykırı düşen okumaları yasakladı. Bu yazı şekline (resm) uyan okuyuşlara ise ses çıkarmadı.
Elimizdeki mushaflarda Hz. Peygamber ’in okuduğu, okuttuğu ve vahy katiplerine yazdırdığı metinden başka hiçbir metnin yoktur. Rasûlüllâh yapmadığı için Kur’ân’ı cem’etmekten dahi kaçınan ve bu işe tereddütle bakan Ashab’ın Kur’ân’a ait bir şeyi mushafa yazmaması düşünülemez.


Yedi harf ruhsatı Kur’ân’ın kıraatıyla alakalıdır, yazısıyla değildir. Sahabe Kur’ân’ı toplarken Rasûlüllâh’ın yazdırdığını kesin olarak tesbit eden bir metot uygulamışlardı. Osman zamanında da bunun aynen çoğaltılması gerçekleştirilmişti. Tabii ki bu mushafa uymayan yazı şekillerinin okunmasının yasaklanmasında icma’ vardır.


Bu durumda yedi harf ruhsatı Osman zamanında resmi makamlar tarafından kaldırıldı. Ama bu nazil olan Kur’ân metnine bağlı olmayan bir ruhsat olduğundan, ona etki etmedi. O metin çerçevesine girenlere ses çıkarılmadı.



B.Kırâat

1.Kırâatın tanımı ve kırâatle ilgili bazı kavramlar

Kırâat, “Karee” fiilinden masdardır => sözlükte: okumak

=> Terim olarak: herhangi bir kelime üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’râb bakımından meydana gelen değişiklik.



Kurrâ => sözlükte: okuyucu, okuyan anlamına gelir ve “Kâri” kelimesinin çoğuludur.

         => Istılahta ise: yedi ya da on kırâatın kendilerine nisbet edildiği imamlara denir.

Ayrıca Kur’ân’ın tamamını ezberleyen ve ondaki kırâatlara hakkıyla vâkıf olan kimselere de kurrâ denir.

→ Hz. Peygamber dönemindeki anlamı, nâzil olan herhangi bir vahiy metnini ezberleyen kimse demekti.

Rivâyet = kırâat imamlarının râvileri arasındaki ihtilaflara denilmektedir.

Tarîk = râvilerden sonra gelenlerin ihtilaflarını ifade etmektir.

2.Kırâatlerin tespiti

Ashâbın Resûlullah (sav)’tan kırâatı alış tarzları çeşitli idi. Bu kırâatleri okuyan kurrâlar çeşitli İslâm beldelerine dağılmışlar ve onların okudukları kırâatler de, okuyucuların isimleriyle anılır olmuştu.



Hicrî ikinci asrın sonlarında İslâm bilginleri ellerinden gelen gayreti göstererek bütün kırâatleri bir araya topladılar. Vecihleri ve rivâyetleri okuyanlara nisbet ettiler, sahih ve şazz kırâatlerin arasını, belirlemiş oldukları birtakım usûl ve esaslara göre ayırdılar.

3.Kırâat çeşitleri

Kırâatler senedleri açısından 2ye ayrılır: sahih ve gayr-i sahih (şazz)

Sahih= mütevâtir ve meşhûr
Gayr-i sahih= âhâd, müdrec ve mevzû
(a.)Sahih kırâatler

Sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşan.
Bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygun olan.
Kitâbet bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı olmayan kırâatlerdir.
→ Mütevâtir ve meşhûr olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar okunan ve inanılması vacip olan kırâatlerdir.

(aa.) Mütevâtir kırâat

Yalan üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun, aynı vasfı taşıyan başka bir topluluktan muttasıl bir senetle naklettikleri ve sahih kırâatın diğer iki şartini da bünyesinde taşıyan kırâat demektir.

Cumhûra göre bu kırâat, kırâat-ı seb’a/yedi kırâat imamının naklettiği kırâatlerdir.

(ab.) Meşhûr kırâat

Adâlet ve zabt sahibi kimselerin rivâyet etmesiyle senedi sahih olup, Arap dili gramerine ve yazı itibariyle Hz. Osman’ın istinsah ettirmiş olduğu mushaflara uygun düşmekle birlikte mütevâtir derecesine ulaşamayan, ancak gördüğü kabul ile kırâat âlimleri arasında şöhret bulmuş kırâatlere de meşhûr kırâat denmektedir.

(b.)Sahih olmayan (Şazz) kırâatler

Mütevâtir kırâatın 3 şartını veya bu şartlardan herhangi birini taşımayan kırâatlerdir.

(ba.) Âhâd kırâat

Senedi sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz. Osman (ra)’ın Mushafına veya Arap dili  gramerine uygunluk arz etmeyen kırâatlerdir.

(bb.) Müdrec kırâat

Kur’ân’ın bazı âyetlerine tefsir maksadıyla yapılan ziyâdelere de müdrec kırâat adı verilir. Bu tür ziyâdeler Kur’ân’dan olmayıp tamamen açıklama ve şerh amacıyla yazılan şahsî notlardan ibarettir.

(bc.) Mevzû/Apokrif kırâat

Tamamen asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan uydurma kırâatlerdir.

4.Kırâatlerdeki çeşitliliğin hikmetleri

Araplar Kur’ân inmeden önce farklı lehçeleri konuşuyorlardı. Kur’ân’ın ilk muhataplarına onu farklı kırâatlarda okuma imkanı verilmesi, birden çok lehçe konuşan çeşitli Arap kabilelerinin, tahrif etmeden ve günaha düşmeden Kur’ân’ı okumalarını kolaylaştırmak içindir.
Bir baksa himeti ise Bütün Arap kabilelerine onun mucize bir kitap olduğunu göstermektedir.
Kırâatler ayrıca Hz. Peygamber ümmetinin diğer ümmetlere olan üstünlüğünü de ortaya koymaktadır. Çünkü bu ümmet çeşitli okuma tarzlarını Peygamber’den öğrendikten sonra söz konusu kırâat şekillerini bir ilim haline getirmek için gayret göstermişlerdir.
5.Kırâat imamları ve râvileri

Nâfi:Ebû Abdirrahman Nâfi b. Ebi Nuaym el-Leysî [ö 169-785]. Aslen İsfahanlıdır. Kırâatı 70 kadar Medine’li kurrâdan almıştır. Kedisi Medine’de ikâmet edip pek çok kimseye kırâat öğretmiştir.
İbn Kesîr:Abdullah b.Kesîr el-Mekke [ö 120-738]. Mekkelilerin kırâat imamları sayılan İbn Kesir tâbiûndandır.
Ebû Amr:Ebû Amr b. el-A’lâ el-Mâzinî [ö 154-770]. Basralıların kırâatta imamıdır. Zühd ve takva sahibi bir zât olduğu söylenmektedir. Kırâatı birçok tâbiûndan almıştır.
Ibn Âmir:Abdullah b.Amr el-Yahsûbî [ö 118-736]. Şamlıların kırâat imamı olarak bilinmektedir.
(devamı sayfa 136-138)

6.Kırâatlerin bugünkü durumu

“Kırâat-ı aşere” diye bilinen on kırâattan 3 tanesini bugün Müslümanlar pratik olarak kullanmakta. Tamamını ise ancak bu işi ehlinden özel ders almak suretiyle öğrenen bazı kimseler okumaktadır. 3 kırâat:

Âsım kırâatı: Zamanımızda Müslümanların çok büyük bir çoğunluğunun okuduğu kırâattır.
Nâfi kırâati: verş rivâyeti bugün Mısır hariç, Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerinde okunmaktadır.
Ebû Amr kırâatı: yeryüzünde en az okunan kırâattır.
→ 10 kırâat imamına nisbet edilerek okunan kırâatlerin hepsi sahihtir, haktır ve  hepsi Peygamberimize dayanmaktadır. Sahih kırâatlerin nisbet edildiği imamların hepsi de bu kırâatleri kendi hocaları vasıtasıyla Hz. Peygamber’e ulaşan bir senetle ondan almışlardır. Bundan dolayı sahih kırâatler arasında doğruluk veya güzellik bakımından bir ayırıma gitmek câiz görülmemiştir.













Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://tefsir.hareketforum.net
Admin
Admin



Mesaj Sayısı : 13
Kayıt tarihi : 09/12/14

Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET) Empty
MesajKonu: Geri: Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET)   Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET) Icon_minitimeÇarş. Ara. 10, 2014 10:08 am

İKİNCİ BÖLÜM – KUR’ÂN İLİMLERİ

GİRİŞ
Bu bölüm Kur’an’ın lafzı, anlamı ve içerdiği tarih itibariyle anlaşılmasına yardımcı olan bazı Kur’an ilimleri anlatmakta. Kur’an ilimleri Arapça’da ‘ulûmu’l-Kur’ân’ şeklinde ifade edilmektedir. Ulûm, ilim kelimesinin çoğulu olup lügatte bilmek ve anlamak, ilim ıstılahta da meseleleri delilleriyle idrak etmek anlamına gelmektedır. Bu tanıma göre Kur’an ilimleri: inişi, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir.

Kur’an’da sözü edilen bu ilimler dışında bazı tabiat ilimleriyle alakalı genel manalı sözler de bulunmaktadır. Ancak bu tarz sözlere bakarak tabiat ilimlerini de Kur’anî ilimlerden saymak mümkün değildir. Çünkü Kur’an, hiçbir zaman bu ilimlerin kanunlarını koymak ve onları ispat etmek için inmemiştir. Bu durum, tabiat ilimlerinin küçümsendiği manasına gelmemektedir. Aksine Kur’an, Müslümanların bu ilimleri öğrenmeye, onlar üzerinde derinleşmeye teşvik etmektedir.

Kur’anî ilimler, ihtiva ettikleri konular, hükümler ve müfredatla yalnız Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında farklı görüşler vardır. Ez-Zerkeşî (ö.794/1391) bu ilimleri 47 ile sınırlandırırken, es-Suyûtî sayılarını Zerkeşî’nin çerçevesini az daha genişleterek biraz daha çoğaltmıştır. İbn Arabî (ö.543/1148) Ku’an’da geçen her kelimenin zâhir, bâtın, had (helal-haram) ve matla’ (va’d-va’îd) olarak dört anlamı vardır diyerek bu ilimlerin sayısının 77540 olduğunu ifade eder.

Kur’an ilimleri konularında ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmliştir. Kur’an’ın bütün ilimlerini toplayıcı kapsamları eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk eser ez-Zerkeşî’nin ‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında kullanıılmış olmakla birlikte, kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak VIII. hicrî asırda gerçekleştiği söylenebilir.

KUR’AN’IN LAFZIYLA İLGİLİ İLİMLER
Kur’ân, yüce Allah’ın insanlara iletmek istediği son mesajını içeren ilâhî sözler bütünüdür. Bu sözler l olarak Arap toplumuna, onların konuştukları dille/Arapça söylenmiş kelâmdan ibarettir. Söz konusu kelâm, orijinal ve itantik şekliyle ilâhi lafılzlardan oluşmaktadır. Çünkü Kur’an’ın gerçek mütekellimi Allah’tır. Bu yüzden Kur’an’ın hâkim üslup tarzı Allah-merkezlidir ve o, esas itibariyle yazılı değil sözlü bir metindir. Anlatım biçimi bakımından Kur’ân’da bir üslup birliği söz konusu değildir.

Kur’an içerdiği manaları Yüce Allah tarafından seçilen lafızlarla anlatmaktadır. İşte, Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak maksadıyla ortaya çıkarılan Kur’an ilimlerinin bir kısmı da onun ifade tarzıyla ilgilenmektedir.

A. ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN

Tanımı ve Mahiyeti

Üslub, oluş, yapılış biçimi, tutulan yol, tarz, yöntem anlamına gelmektedir. Edebiyat terimi olarak da bir insanın, bir sanatçının veya bir devrin kendine has anlatım biçimi demektir. Kur’an’ın üslûbundan maksat onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine hayran bırakacak bir üslup özelliğine sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi özellikleri bile dikkate alınsa onun en mükemmel bir edebî metinde bulunması gereken bütün unsurları taşıdığını rahatça söylenebilir. Kur’an’ın kullandığı üslüp tarzı en üst seviyededir. Bu yüzdendir ki Kur’an, içerdiği tüm konulardaki hâkim üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir süre içerisinde dalâlet bataklığından kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu sadece indiği çağ ile sınırlı kalmayıp, bütün çağlarda kendini göstermiştir. O, hem üslubuyla hem de içerdiği konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir özelliğe sahiptir.

Kur’an’ın Üslup Özellikleri

Kur’an üslup bakımından öyle üstün bir özelliğe ve güzelliğe sahiptir ki, beşeri eserlerde bu tarz bir güzelliğe rastlamak asla mümkün değildir:

Kur’an’ın ses nizamındaki âhenk:
Kur’an’da kelimelerin, harflerin, sükûn veya harekelerin, med yahut kasrların nizâmında tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir mûsiki vardır. Arapça bilmelenler dahi bunu anlayabiliyorlar. Ondaki lafızlar ve bu lafızları meydana getren harfler öylesine güzel bir şekilde yerşetirilmiştir ki, bunların toplamından insana hayranlık eren bir ses armonsi meydana gelmektedir.



Lafız ve mana dengesi:
Kur’an, içerdiği lafızları manayı tam ifade edebilecek bir şekilde kullanmaktadır. Bu kullanımda aslî veya tamamlayıcı herhangi bir unsur noksan olmadığı gibi, garip bir fazlalık da söz konusu değildir. Her harf bir fonksiyon icrâ etmektedir. Örnek için bkn. S.149



Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi:
Kur’an’ın bu husûsiyyeti sayesindedir ki, avâm/halk tabakası kendi bilgi ve tecrübesine göre sathî bir manayı, ihtisas ehli ise lafızların köklerine nüfüz ederek değişik manaları kavrayabilmektedir.



Konuların iç içe bulunması:
Kur’an, ulûhiyyet, nübüvvet, ibâdet, ahlâk ve âhiret gibi temel konuları içerisine almaktadır. Temel konularla birlikte bütün konular bir tek küllî mananın etrafında dönüp dolaşmaktadır; ‘insanları kendi hür iradeleriyle Allah’a kullupa çağırma’. Kur’an şayet beşerî telif usûllerine göre hareket edip her konuyu ilgili bölümde anlatma yoluna gitmiş olsaydı, bu merkezi gayeyi gerçekleştiremezdi. Bu yüzden Kur’an, muhataplarını hep teyakkuz (:uyanıklık) durumunda tutmak için muhtevâsındaki konuları iç içe bir tarzda anlatmıştır.



Beyân tarzının çeşitliliği:
Farklı beyân tarzları sebebiyle Kur’an, mükelleften yapılmasını istediği bir şeyi çeşitli şekillerde ifade etmiştir. Bunu bazen açıkca emir olarak bazen emir manası taşıyan kalıplar kullanarak bazen de yapılması istenen fiilin hayır olduğunu belirterek vs. gerçekleştirir.








B. MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN

Mübhem kelimesi sözlükte algılanması ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedldiği açık ve belirli olmayan söz manasına gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda olması bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı söylenebilir.

Mübhemâtın Kur’ân’da Yer Almasının Sebepleri

               Bu konudaki örnekler için bkn. S.152-153

İfade zenginliği sağlamak. Önce bir kavramın bir ayette mübhem bırakılarak daha sonra başka bir ayette o kavramı belirgin hâle getirilerek hem anlamı açıklığa kavuşturuluyor hem de üslup farklılığıyla bir zenginlik temin edilmiş oluyor.
Kendisinden söz edilen şahsı yüceltmek.
Hoşa gitmeyen bir vasıfla muhatabı tahkir etmek, adının anılmasına dahi layik görmemek.
Fâil meşhur (:herkesçe bilinen) olduğu için açıklama cihetine gitmemek.
Mübhemin belirginleştirilmesinde herhangi bir faydanın söz konusu olmaması. Önemli olan ana fikrin anlaşılması.
Mübhematla İlgili Nakillerdeki Tenkit Noktaları

Mübhemâtın belirlenmesinde ilk akla gelen kaynağın Kur’an olduğundan şüphe yoktur. Ancak gerek sahâbî ve gerekse tâbıûn müfessirlerlinden isrâiliyata meyledenler, Tevrât’ı da bu alanda kaynak olarak kullanmışlardır. Bir diğer kaynakta tarihtir. Çünkü mübhematla ilgili husuların büyük bir bölümü tarihte geçen olaylar ve o olayların geçtiği mekânlar ve kahramanlardır. Sahabe nakilleri mübhematın belrilenmesinde bir kaynak niteliği taşımaktadır. Tabiûn nakilleride göz önünde bulundurmak gerekir. Ancak hemen belirtmemiz gerekir ki, Tevrat, Tarih ve bu iki kaynağa dayalı olan tâbiûn nakillerini kesin doğrular olarak kabul etmeyip, onlara karşı her zaman temkinli yaklaşmak gerek. Kısaca; Mübhematla ilgili nakledilen rivayetlerin doğruluğu, alıntıların yapıldığı kaynaklara ve söz konusu rivayetinlerin sıhhatine bağlıdır. Bu yüzden mübhemat konusunda müşâhede ve semâya dayalı sahâbe nakilleri dışındaki kaynaklardan yaılan rivâyetler karşısında çok titiz davranılmalıdır.  Örnek için bkn. S.154-156

C. GARİBU’L-KUR’ÂN

Tanımı ve Önemi

Garîb kelimse sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Garib lafız ise ‘az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’ demektir. Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler de mevcuttur. Mesela dağ manasına gelen الطورSüryanicedir. Bu tür kelimeler Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyorudu. O yüzden oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı ortaya çıkmaya başlamış oldu.

Tarihi Seyri

Hz. Peygamber (sav) tebliğ görevi dolayısıyla zaman zaman sahâbîlerin anlayamadıkları âyetleri tefsir ederdi. Ancak onun Kur’an’a dair beyanları kelime bilgisinden ziyade ayetlerdeki hükümlei açıklamaya yönelikti. Bundan dolayı olmalıdır ki sahâbîlerden bir kısım, bazı kelimelerin manalarını bilmediklerini itiraf etmişlerdir. Ashab içerisinde Kur’an tefsiri cihetiyle en önde yer alan İbn Abbâs bile bazı kelimelerin manalarını bilmediklerini açıklamıştır. Ayrıca denildiğine göre o, Kur’an’ın garipleriyle ilgili lafızlara mana verirken eski Arap şiirinden çok yararlanmış. Bu da gösteriyor ki garîbu’l-Kur’ân ile ilgili ilk faaliyetler sahâbe döneminde başlamıştır. Ancak bu dönemde İslâmî ilimler tedvin edilmediği için söz konusu ilim dalıyla ilgili bilgiler henüz şifâhî yolla naklediliyordu. Hicrî II. yüzyıla gelindiğinde tefsir ve diğer ilimlerle beraber garîbu’l-Kur’ân konusundaki bilgiler de yavaş yavas yazıya geçirilmeye başlandı.

D. VÜCÛH ve NEZÂİR

Tanımı

Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kafzubub Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir: Beyân, Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı manalar arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de adlandırılmıştır.

Nezâir de, nazîrekelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler.

Yani vücûh da teaddüd/anlam çokluğu, nezâir de ise, teşabüh ve ittifak vardır. Vücuh manalar da, nezâir de lafızlarda söz konusudur.

Vücûh ve Nezâir İlminin Önemi

Vücûh ve nezâir ilmine konu olan lafızlara, muhtevâlarında bulunan manalar açısından tam bir netlik kazandırılamazsa, o durumda söz konusu lafızların yer aldığı nasların delâletlerini tam ve doğru bir şekilde anlamak mümkün olmaz. Herhangi bir kimse vücûh kavramının çerçevesi içerisine giren bir kelimeye her geçtiği yerde aynı manayı vermiş olsa, hatalı neticelerin doğmasına yol açabilir. Aynı şey nezâir içinde geçerli. İşte bu sebepledir ki İslâm bilginleri daha ilk dönemler (II. hicrî asırda) vücûh ve nezâir konusunda müstakil eserler kaleme almışlardır.

E. AKSÂMU’L-KUR’ÂN

Anlamı ve Mahiyeti

Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir.’ Mezheplerin ittifakına göre Allah’tan başka hiçbir varlık üzerine yemin etmek câiz değildir. Yapılan yeminler bozulduğu takdirde, Mâide 89’da geçen cezalardan birini hak etmiş olur.

Kur’an’daki yeminlere gelince: Kur’an’da söz konusu olan yeminler Allah’a ait olmakla birlikte birkaç âyette de Hz. Peygamber’e yemin etmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki önemli varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.) yemin etmiştir. Allah’ın Kur’an’da yapmış olduğu yeminleri gruplandırabiliriz:

Örnek için bkn. S.163-164

Tevhide dair yeminler.
Kur’an’ın hak bir kitap olduğuna dair yeminler.
Peygamberlerin hak olduğuna dair yeminler.
Âhirette cezânın vâki olacağına dair yeminler.
Yüce Allah, Kur’an’da çeşitli varlıklar üzerine yemin ettiği gibi üç ayette de Hz. Peygamber’e yemin etmesini emretmiştir. Söz konusu âyetlerde Hz. Peygamber’den yemin etmesi istenen husular, ‘öldükten sonra dirilme’, ‘kıyamet’ ve ‘azab’ tır. Bunlar da, insanlık tarihi boyunca inkârcıların bir türlü inanmaya yanaşmadıkları ancak vuku bulması muhakkak olan unsurlardır.

Kasemlerin Kur’an’da Yer Almasının Sebepleri

Kaynaklar bize bu hususta üç sebepten söz etmektedirler:

İslâmiyetten önceki Arapların sosyal hayatlarında yeminin çok büyük bir rolu vardır. O dönemde Arap toplumunun böylesine önemli gördüğü ve üzerine titrediği bir geleneği yeni dinin kitabı görmezlikten gelemezdi.
Yeminler te’kid maksadına yöneliklerdir. Yani hakikatın vurgulanmasından ibarettir.
Üzerine yemin edilen varlığın kıymetini ve önemini göstermek, kadrinin yüceliğini ortaya koymaktadır.
Kasem Fiiline Nefiy Edâtının Dâhil Olması

Kur’an’daki yeminlerle ilgili olarak önemli bir nokta da, kasem fiilinin başına (لا) nefiy harfinin gelmesidir. Bu konuda müfessirlerin ileri sürdükleri farklı açıklamaları mevcuttur:

Söz konusu ifadedeki (لا) edatı kelâmın âhengini tezyin (:süsleme) için getirilmiştir. Olumsuzluk anlamı taşımayan ziyâde bir harftir.
Kasem fiilinin başında yer alan bu edât, te’kid lâmıdır. Yani yapılan yemini kuvvetlendirmektedir.
Bu edât nefiy/olumsuzluk için getirilmiştir. Bunun için de iki ihtimal söz konusudur:
Kendisinden önce zikredilen kelâmın anlamını olumsuz kılmaktadır.
Başında bulunduğu kasemin/yeminin anlamını olumsuz hale getirmektedir.




III.     KUR’AN’IN ANLAMIYLA İLGİLİ İLİMLER

Anlam, bir kelimenin, bir önermenin, tasarımın, bir düşüncenin ya da bir eserin anlatmak istediği şeydir. Kur’an ilimlerinin bir kısmı da onun bu anlam boyutuyla ilgilenerek, metninin doğru anlaşılmasına yardımcı olmaktadırlar. Bu ilim dalları, Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması noktasında, onu okuyup anlama durumunda olan insanlara pekçok yarar sağlayabilirler.

A. MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN

Müteşâbihin Manası ve Niteliği

Müteşâbih sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih denilmektedir. Kavram olarak ise: ‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.’ Yani müteşâbih ayetlerde üç ayrı nitelik bulunmaktadır. ‘Bilinmezlik ’ vasfı, Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin mana itibariyle, ancak Mutlak Kudret’in bigisi dahilinde olduğunu gösterir. ‘Kapalılık’ söz konusu olduğunda, o tür ayetlerin yorumlanmasında mutlaka başka naslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bir kısım âyetler de farklı anlamlara müsaittir ve bu anlamlarda da tercihi zorlaştıracak derecede bir benzerlik mevcuttur. Dolayısıyla bu nevi âyetlerin yorumlanmasında da hem bazı zorluklar bulunmaktadır, hem de sonuç itibariyle burada yapılan tercihin isabetli ve mutlaka doğru olduğunu iddia etmek mümkün görünmemektedir.

Müteşâbihlerden dışında kalan âyetlere de muhkem ismi verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kasedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir ithilâfa yol açmayan ve tek bir anlama delâlet eden âyettir.

Kur’ânî Nasları Sınıflandıran Âyetlerin Tahlili

Bu konuda üç ayet vardır. Ayetin birine göre Kur’an’ın tamamı muhkemdir (Hud;1). Başka bir âyete göre de Kur’an’ın tamamı müteşâbihtir (Zümer;23). Diğer ayette de bir kısmının muhkem bir kısmının da müteşâbih olduğu (Âl-i İmrân;7) beyân edilmektedir. İlk bakışta bir çelişki olduğu düşünülebilir. Ancak ilk ayette muhkem lafzı, her yönüyle bozulmadan uzak, sağlam, ve sonsuz hikmetleri ihtiva etmek manasına gelmektedir. İkinci ayetteki müteşabihlikten kasıt ise âyetlerin belâgât, fesâhat ve icâz yönleriyle birbirlerine benzedikleri ve birbirini tasdik ettikleri anlamına geldikleridir. Son ayette ise muhkem ve müteşabih kelimeleri ıstılâhî anlamda kullanılmıştır.

Yani ilk iki  ayette kavramlar sözlük manalarıyla, son ayette de ıstılâhi manalarıyla kullanılmışlardır.

Müteşâbihlerin Çeşitleri

Eş-Şâtıbî’ye göre müteşabihler mutlak (mahiyetlerini sadece Allah’ın bildiği) ve izafî (rüsûh sahibi âlimlerin anladığı) olmak üzere ikiye ayrılır.

Mutlak Müteşâbihler
Bu müteşabihler beşerin gücü dahilinde olmayıp hakikat ve mahiyetlerini ancak Allah Teâlâ’nın bildiği müteşâbihlerdir. Bunlar Allah’ın sıfatları, âhiret ahvâli, Rûh, Sûr ve Dâbbetu’l-arz gibi kesin anlamları meçhul olan kavramlardır. Bir kaçını açıklayacak olursak:


RÛH: ‘Sana rûhtan soruyorlar. De ki: “Rûh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az şey verilmiştir.” ’ (İsrâ;85) Ruh ile kastın tam olarak kim ve ne olduğunu bilmiyoruz. Kur’an, Cebrail as, bedenlere hayat veren ruh vs. kastedilmiş olabilir. Rûh, Rabbimin emrindendir  sözünde ise iki ayrı anlam vardır. Cebrâil as Allah emriyle hareket eder, onun emriyle vahiy getirir. İkinci anlam ise âyetteki emir lafzı, iş ve fiil manasına alınarak, rûhu Allah yaratmıştır, dolayısıyla mahiyetini de ancak o bilir. İnsanların bu konuda bilgileri azdır anlamı da verilebilir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir hitabının da genel anlamda insanlığa mı yoksa husûsî olarak soruyu soranlara mı ait olduğu da açık değildir. Kimi müfessire göre bütün insanlar, kimi müfesssirlere göre de yalnızca Yahudiler kast edilmiştir.


SÛR: Kur’an’ın on ayrı âyetinde zikredilir. Müteşâbihliği, sûrun hakikat ve mahiyeti, üfürülme zamanı ve sûrlar arasındaki sürenin uzunluğu gibi hususların hâlâ birer sır olmalarından kaynaklanıyor. Âyetlerden anlaşılıyor ki söz konusu âletin üç ayrı zamanda kullanılacaktır. İlk üfleyişte bütün insanları şidddetli bir ölüm korkusu saracaktır. İkincisinde bütün mahlukatın ölümüne yol açacaktır ve üçüncü defa da bütün insanlar dirilecek, kabirlerinden doğrulup kalkacak ve ilâhî mahkemeye doğru yürüyeceklerdir.


DÂBBETÜ’L-ARZ: “O söz başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız; o onlara insanların, âyetlerimize inanmadıklarını söyler.” (Neml;82) âyetinde, kıyâmetten önce çıkarılacak olan bir canlıdan söz edilmektedir. Dâbbetü’l-arz denilen bu canlılın şekli, büyüklüğü, yaratılış özellikleri, nereden, ne zaman ve nasıl ortaya çıkarılacağı konusunda çeşitli rivâyetler mevcuttur. Ancak bu bilgilerin âyette bulunmadığı gibi sünnete de tek bir rivayet dışında bu konu hakkında bilgi yoktur. Bu bilgiler Yahudilerden veya başka din mensuplarından Araplara geçmiş olan haberlerdir.
Hakiki müteşâbihlerin manaları Allah’ın ezelî ilmi içerisindedir. Bu yüzden bu tür ayetler üzerinde yapılan açıklama ve yorumlar hiçbir zaman o âyetlerin hakiki anlamlarını ortaya koyucu nitelikte değildir.



İzafî Müteşâbihler
Bu müteşabihler, kastedilen mananın anlaşılmasında bir delile veya hârîcî bir açıklamaya ihtiyaç gösteren hafî, müşkil, mücmel, mübhem, müevvel, mutlak ve genel manalı âyetlerle garib kelimeler ve dilcilerin manalarında ihtilaf ettikleri lafızların bulunduğu âyetlerdir. Belli bir ilmî olgunluğa ve yorum gücüne sahip olan müfessirlerin başka konularda olduğu gibi bu konuda da karîneleri (:belirti) doğru tespit ederek Kur’ân’ın özüne uygun yorumlar getirmeleri mümkündür. İzafî müteşâbihler ikiye ayrılır:



LAFZÎ MÜTEŞABİHLER: Kelimenin yapısında görülen bu nevi müteşâbihlik, lafzın ya garip ya da müşterek olması durumunda söz konusudur:


Garip lafızlar: Kur’an’ın bazı kelimelerinin garabetten dolayı müteşâbih olduğu ileri sürülmektedir. Mesela Hz. Ebu Bekr (ra)’eوَفَاكِهَةًوَاَبًّا  (“Meyva (lar) ve çayır (lar) itirdik” Abese;31) âyetinin manası sorulduğunda, “Şâyet Allah’ın kitâbı hakkında bilmediğim bir şeyi söylersem, hangi semâ beni altında gölgelendirir, hangi yer beni üzerinde barındırır?” demiştir. Görüldüğü üzere Hz. Ebu Bekr kendi kabilesi tarafından kullanılmayan kelimesinin hakiki anlamda neye delâlet ettiğini bilmediğini açıkça beyân etmiştir. Ayêt belirli bir manaya delâlet etsede bu kesinlik arz etmez. Bu yüzden denilebilir ki ‘ebben’ kelimesinin manasını tayinde ve bununla hangi çeşit bir bitkinin kastedildiğini belirlemede bir zorluk vardır. Çünkü bu kelime lügatta çayır, otlak, sebze, saman ve çerez gibi anlamlara gelmektedir.
Müşterek lafızlar: Şayet bir lafız birden çok mana ifade eder ve bu manalardan birini tercihde zorluk olursa, o takdirde böyle bir lafız, manasındaki iştirakten dolayı müteşabih kabul edilir.Mesela, فَرَاغَعَلَيْهِمْضَرْبًابِالْيَمٖينِ(“Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu.” Sâffât;93) âyetinde yer alan ‘el-yemîn’ kelimesinde bu anlamda teşâbüh vardır. Çünkü bu lafız, sağ el, kuvvet ve yemin manalarına gelmektedir.
MANEVÎ MÜTEŞABİHLER: Müteşâbihlik bazen de âyetlerin manalarında görürlebilir. Bu, söz konusu âyetlerin mana bakımından açık olmamalarından veya birden çok anlam ifade etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Not: bu konuda 4 uzun örnek vardır, ben sadece bir tanesini kısaltılmış olarak yazıyorum.

Örnek: Kur’an, “Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik...” (Hicr;22) âyetiyle bitkilerin döllenmesinde rüzgârın rolünün bulunduğunu ortaya koymuştur. Reşid Rıza bu konuda şunları söyler: Araplar aşılamayı biliyorlardı ve bunu kendi elleriyle yapıyorlardı. Ancak esasen bu işi rüzgârların yaptığından habersiz idiler. Eski müfessirler de rüzgârın bu rolünü bilmedikleri için söz konusu âyetin hakikî manasını anlayamamışlar, hep mecâzî anlam üzerinde dolaşıp durmuşlardır.



Elmalılı Hamdi Yazır da er-Râzî için bile bu noktanın meçhul kaldığını ifade eder ve şöyle der: “...Ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur...” (Ra’d;3) âyetinin ifâde ettiği hakikat (bütün bütkülerin çiçeklerinde erkek ve dişi çiftin bulunduğu vs) keşfedildikten sonradır ki, rüzgârların aşılayıcı bir hizmet gördükleri ortaya çıkmış oldu. Böylece Hicr;22 ayetin de Ra’d;3 âyeti gibi meçhul bir bilimsel hakikatı haber verdiği bu kadar zaman sonra anlaşıldı.

Görüldüğü gibi modern müfessirler, Kur’an’ın izâfi müteşabihlerini öncekilere kıyasla daha farklı biçimde anlamışlardır. Ancak bu farklı anlayışlar arasında bir tenakuz (:çelişki) söz konusu değildir. Zira bu durum, tıpkı havuza atılan bir taşın önce küçük sonra gittikçe büyüyerek iç içe halkalar ortaya çıkarması gibidir. Yani tefsirde daima bir gelişme ve açılım vardır. İşte bu da, Kur’an’ın bütün zamanlara hitâp eden çağlar üstü bir kitap olduğunu ve ondaki engin manaların hiçbir zaman tükenmeyeceğini ifade etmektedir.

Müteşabihlerin Hikmetleri

Bir imtihan vesilesidir. İnsanın gayba imânının ölçüsünü ortaya koyarlar.
Söz konusu âyetlerin, ne derece kabiliyyetli ve bilgili olursa olsun insana hem acizliğini ve cehâletini göstermesi hem de Allah Teâlâ’nın kudretini ve ilminin yüceliğini idrâk ettirmesidir.
Müteşabihlerin varlığı, birden fazla kelâmî mezhebin doğmasına ve her mezhep mensubunun kendi görüşlerini teyet edici delilleri bulmak için Kur’an’a yönelmesine zemin hazırlamıştır.
Müteşabih ayetlerin ihtivâ ettikleri manalar genişce açıklanmış olsaydı, Kur’an çok daha hacimli ve böylece neredeyse ezberlenemeyecek ve muhafaza edilemeyecek kadar genişleyebilirdi.
Müteşâbihlerin manalarını tespitte zorluk ve meşakkat vardır. Meşakkatın olması da sevabın fazla olmasına yol açar. Bu gibi âyetler üzerinde düşünmek ve tevil yapmak sevâba vesile olur.
İnsan aklî delillere başvurmaya kendisini mechur hissetmiştir. Eğer bu ayetler bulunmasaydı, düşünce dar kalıplar içinde kalmış olabilirdi ve insan taklit karanlığından kurtulamazdı.
Kur’an’ın tamamı muhkem olsaydı, te’vile ihtiyaç hissedilmez, insanlar ilmî açıdan birbirlerine üstünlükleri de söz konusu olmazdı. Âlimin câhile olan üstünlüğü ortadan kalkar, derece itibariyle hepsi eşit seviyeye gelirdi.

B. HURÛF-I MUKATTAA

Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı yorumlar yapıla gelmiştir.

Genel Bilgiler

Mukattaa harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu harfler tek oldukları gibi ikili, üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da oluşturmaktadırlar. Tamamı, 14 farklı harf olup, 13 ayrı şekil altında görünmektedir. Müfessirlerin beyânına göre vahiy geldikçe Hz. Peygamber bunları insanlara tebliğ ederdi. Ancak Kur’an’ın meydan okuması karşısında âciz kalan müşrikler ve gayr-i müslim unsurlar diyorlardı ki, “...Sakın çu Kur’an’ı dinlemeyin, okundukça gürültü edin, belki bastırır galip gelirsiniz.” (Fussilet;26) Ancak hurûf-u mukattaanın yer aldığı sûreler nâzil olunca bu harfler, kâfirlerin de dikkatlerini çekmiş böylece gürültü etmekten vazgeçerek Kur’an’a kulak vermeye başlamışlardı.

Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı konusunda farklı iki görüş vardır. Kûfeliler bazılarının müstakil bir âyet olduklarını bazılarının da kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür demişlerdir. Basralılara göre ise bu harflerin hiçbirisi müstakil âyet değildir.

Hurûf-u Mukattaanın Yorumu

Hurûf-u mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağı konusunda iki görüş vardır:

Selefin görüşü: Selef âlimleri, mukattaa harflerini Kur’an’ın özü ve sırrı kabul etmektedirler. Onlara göre bu harflerin mutlaka manaları vardır, ama onları Hz. Peygamber’den başkası kavrayamaz. Çünkü bu hususta tek selahiyetli odur. Allah katında bulunan bilgilerden resûllerine lüzumu kadar verilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki, peygamberler âlimlere, onlar da insanlara tahammül edebilecekleri kadar bilgi sunmuşlardır. Her grup kendisine verilenden fazlasını kaldıramaz. Çünkü akıl tam ve mükemmel değildir. Göz, güneş işiğina tahammül edemediği gibi akıl da sırlara dayanamaz.


Halefin görüşü:İkinci görüş de halefin yani Müteahhirûn Ehl-i Sünnet kelâmcıların görüşüdür. Onlara göre de, Allah Teâlâ’nın muhatapları için anlamı olmayan şeyleri inzal etmesi uygun değildir. Hurûf-u mukattaaların hangi anlamlara gelebilecekleri hakkında 20 kadar görüş vardır ve bir kaçını sıralayacak olursak:


Allah’ın isim ve sıfatlarından bir kısmına işaret etmektedir. Delil olarak kullandıkları bir rivayet ise İbn Abbas’a nispet edilmektedir: Elif Lam Mim’i oluşturan harfler, Allah, Latîf ve Mecîd isimleri gösterir. Kelamcılardan bazılarına göre de, mukattaa harfleri, Allah’ın aynı harfle başlayan bütün isim ve sıfatlarına delalettir. Yani mesela Elif; Ehad, Evvel, Âhir, Ezelî ve Ebedî isim ve sıfatlarına delalet eder.


Allah Teâlâ bu harflerle yemin ederek söze başlamaktadır. Bu görüş, el-Ahfeş’e nispet edilmektedir. Ona göre Allah nasıl kendi şerefi, yüceliği ve kâinattaki bazı varlıklar üzerine yemin etmişse, hurûf-u mukattaa ile de aynı şekilde yemin etmiştir. Bu yemin, söz konusu harflerin değerini yükseltmekte ve söze ayrı bir güzellik kazandırmaktadır. Ancak bu durumda bazen peş peşe iki yemin söz konusu olmaktadır ve bu hoş karşılanmayan bir durumdur.


Mukattaa harfleri, başında bulundukları sûrelerin isimleridir. Ancak bu görüş de tenkit edilebilir mahiyette. Şayet bu harfler başlarında yer aldıkları sûrelerin isimleri kabul edilirse, o takdirde aynı harflerle başlayan birden fazla sûreyi birbirinden ayırmak nasıl mümkün olabilir?


Mukattaa harfleri inanmayanların dikkatini çekmek için konulmuştur. Onlara göre Allah teâlâ, bazı sûrelerin başına koyduğu bu harflerle hem inanmayanların dikkatini çekmekte hem de onlara üstü kapalı bir şekilde meydan okumaktadır. Yani Yüce Allah bir anlamda müşriklere, söz konusu harfler sizin de çok iyi bildiğiniz gibi hecâ harfleridir. Kur’an’ın tamamı da bu harflerle nâzil olmuştur. Eğer güç yetirebilirseniz, o Kur’an’ın bir benzerini getirin, demiş olmaktadır. Bu görüş, İslâm âlimlerinin çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Psikolojik bakımdan insanları, ilgilenmedikleri şeylere yönelten bir metod olması bakımından oldukça enteresan görünmektedir.
Peki, Hz. Peygamber bu harflerin manalarını neden açıklamadı?

Bu konuda Hz. Peygamber’den nakledilen tek bir hadis mevcuttur o da harflerin manalarıyla ilgili herhangi bir mana vermemektedir. Bu durumda üç ihtimal var; Ya Allah Teâlâ bu harflerin Resûlü ile kendi arasında birer sır olarak kalmasını istemiştir, ya sahâbîler bu konuda Peygamber’e birşey sormadıkları için oda herhangi bir açıklama yapmamıştır yahut da esasen sahâbîler de kendi bilgi ve zekâ seviyelerine göre bu harflerin manalarını anlıyorlardı, o yüzden de Hz. Peygamber bu harflerin manalarıyla ilgili olarak herhangi bir beyânda bulunma ihtiyacı hissetmemişti. En doğruşu Allah bilir...

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://tefsir.hareketforum.net
Admin
Admin



Mesaj Sayısı : 13
Kayıt tarihi : 09/12/14

Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET) Empty
MesajKonu: Geri: Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET)   Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET) Icon_minitimeÇarş. Ara. 10, 2014 10:08 am

C. İ’CÂZU’L-KUR’ÂN

İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun, bütün insanları kend benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu anlayışa göre Kur’an, benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir mertebededir. Yani insanoğluna, ona nazîre yapma kuvvet ve kudreti verildiği halde, söz konusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve belâğat açısından öyle bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer bir söz söylemesi imkânsız hale gelmiştir. Ancak bu noktada mutezile imamlarından en-Nazzam’ın Sarfe Mezhebi olarak nitelendirilen bir itirazı vardır. Ona göre Allah Teâla Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel olmuştur ve Kur’an’ın beşer üstü bir kitap olması bu engellemeden ileri gelmektedir. Ehl-i sünnet ulemâsı bu görüşü isabetli bulmayarak iki yönden tenkit etmiştir: birincisi, Kur’an’ın mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmet icmâ etmiştir. İkincisi de Sarfe Mezhebi’nin isabetli olduğu kabul edilirse, o zaman Kur’an’ın meydan okumasına icâz değil, ta’ciz denirdi. Bu ise, bir insanın dilini kesip sonra da ona konuşma izninin verilmesine benzer.

Kur’an’ın Mûcize Oluşunun Delilleri

Kur’an’ın mûcize oluşunun üç delili vardır:

Kur’an’ın beşer üstü bir kitap oluşu: Bilindiği gibi peygamberler kendilerini ümmetlerine kabul ettirebilmek için mûcizeler göstermek mecburiyetindedirler. Peygamberlere verilen mûciceler de kendi zamanlarında revaçta olan şeylerden daha üstün özellikler taşıyordu. Bunun böyle olması tabii, bir bakıma da gerekli idi. Çünkü akdsi durumda mûcizenin inandırıcı olması söz konusu edilemezdi. Bu sebepledir ki, Hz. Musa’ya sihirle, Hz. İsa’ya da tıpla ilgili mûcizeler verilmişti. Aynı sebepten dolayıdır ki, Hz. Peygamber’e de en büyük mûcize olarak Kur’an gönderilmişti. Çünkü o dönemde de Araplar belâğat konusunda çok ileri bir durumda idiler. Arap dili âdeta altın çağını yaşıyordu. İşte böyle bir dönemde Kur’an vahyedilerek seviyesini ortaya koymuş, hem de kendi benzerinin getirilemeyeceğini ispat etmişti.


Muhâliflerine Meydan Okuması: Kur’an, kendisinin ilâhî kaynaklı bir kitap olduğuna karşı çıkanlara meydan okuyarak onlardan, kendisinin bir benzerini getirmelerini istemiştir. İlk önce kendisinden daha üstün bir kitap getirmelerini teklif etmiş (Kasas;49). Bu mümkün olmayınca ardından kendisi gibi bir kitap getirmeleri konusunda tahaddide bulunmuştur (İsrâ;88).


Benzerinin Getirilememesi: Kur’an’ın meydan okumasına rağmen muarızları onun bir sûresinin dahi benzerini getirememişlerdir. Tarih boyunca ona ciddi anlamda nazire yapılamamış olması, bundan sonra asla yapılamayacağının açık bir kanıtıdır. Çünkü her asırdaki bilginler, edipler, filozoflar, münekkit ve müellifler Kur’an’ın mûcizeliğini; belâğat, fesâhat ve beyânda onun derecesine çıkmaktan âciz olduklarını itiraf etmişlerdir. Bununla beraber kaynaklar bize ilk dönemlerde bazı inkârcıların Kur’an’a nazîre yapmaya kalkıştıklarını haber vermektedir. (El-filu me’l-filu örneği için s.197)
Kur’an’ın İcâz Yönleri

Kur’an ilim, hüküm ve beyân bakımından beşer gücünü aşan meziyetlerle dolu bir kitaptır. Bütün bu meziyetler, aynı zamanda onun mûcizeviliğini gösteren delillerdir.

Nazım ve te’lif: dizmek, tertip etmek ve sıraya koymak demektir. Kur’an’ın harfleri, kelimeleri ve âyetleri o şekilde dizilmiştir ki, daha güzel olsun diye tek bir harfini bile yerinden oynatmak mümkün değildir. Nüzûlündeki 23 senelik uzun sürece rağmen harflerin kelimelere, kelimelerin âyetlere, âyetlerin sûrelere yerleştirilmesindeki tertip gibi, sûrelerin birbirleriyle irtibatlı olarak Kur’an’ın içerisine yerleştirilmesi de ondaki vahdet, münâsebet ve insicâmı (:düzgünlük, tutarlılık) ortaya koyan icâz vecihlerinden biridir.


Gaybî haberler içermesi: Kur’an, insanların bilme imkânına sahip olamayacağı gayb haberlerini de içermektedir. Kur’an ve sahih hadislerden öğrendiğimize göre Hz. Peygamber okuma yazması olmayan ümmî biriydi. Bundan dolayı geçmiş ümmetlerin kitaplarını okuyarak onların kıssalarını ve haberlerini öğrenme imkânına sahip değildi. Şayet Kur’an haber vermeseydi mâzide cereyan eden bu hâdiseleri Hz. Peygamberin bilmesi nasıl mümkün olabilirdi. (bkn Hud;49). Kur’an, Hz. Peygamber zamanında hâl’e ait gayb haberlerini de ihtiva etmiştir. Ayrıca indiği zamana göre istikbalde gerçekleşecek gaybî haberlerde de bahsetmektedir (msl. Fetih sûresinde Mekke’nin fethi).


Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması: Kur’an’ın, beşeriyetin ihtiyaçlarını karşılamasından maksat, onun her asırda ve her yerde, hiç bir dinde ve nizamda görülmeyecek tarzda insanlara doğruyu göstererek, onları dünya ve âhirette mutlu etmeyi amaçlamasıdır. Bu yüzdendir ki Kur’an, insanlığın yeryüzündeki kısa hayatı ve âhiret hayatı için gerekli olan ve ilgili prensipleri ihtiva etmiştir. İnsan da eğer Kur’an’ın ortaya koyduğu bu evrensel prensipleri gereği gibi anlayıp uygulama alanına çıkarabilirse, o yüce kitabın hedeflediği mutluluğu elbetteki yakalayabilecektir.


Fenni mûcizelere işaret etmesi: Kur’an’ın asıl amacı insanları hidâyete sevketmektir. Ancak Kur’an bu noktayı dikkate alarak ibret için zaman zaman fen ve tabiat ilimleri gibi ilimlere de çok genel anlamda temas etmiştir. Mesela arzın yuvarlaklığı (Zümer;5 ve Nâz’iat;30) ve güneşin kendi yörüngesinde döndüğü (Yasin;38). Modern bilimin henüz keşfetmeye çalıştığı bütün bu husulardan Kur’an’ın asırlar öncesi söz etmesi onun mûcizeliğinin kesin bir işaretidir.


Kur’an’ın Hz. Peygamber tarafından değiştirilmemesi: Kur’an’ın bize, müşriklerin Hz. Peygamber’den hoşlarına gidecek, onların durumlarına ve yaşadıkları zamana uygun hükümler taşıyacak nitelikte bir kitap istediklerini haber vermektedir. (Yunus;15-16). Bu âyetler bir taraftan müşriklerin, Kur’an’ın tebdili (:değiştirilmesi) konusundaki taleplerini dile getirmekte, diğer taraftan da onların bu taleplerini asla dikkate almaması hususunda Hz. Peygamber’i uyarmaktadır. Dolayısıyla bu da onun, ilahî bir kaynaktan geldiğinin ve mûcize bir kitap olduğunun apaçık bir delilidir.
D. MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN

Müşkil Kavramı

Müşkil’in manası, karışık ve biririne zıt olan şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen husular diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu değildir. ‘Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.’ (Nisâ;82) âyeti bunu apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen ilk başta âyetler arasında bir çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz düşünüldüğü vakit gerçekte herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır. Örnek için bkn. s.203



İşkâle Yol Açan Sebepler

Kur’ân’da bulunduğu zannedilen müşkilâtın sebepleri vardır.

Mevzû ihtilâfı: Bazen herhangi bir konu Kur’ân bütünlüğü içerisinde ele alındığı zaman, o mevzu ile ilgili âyetler arasında bir tezat olduğu, yani bir ya da birkaç âyetteki mananın bir başka âyetle çelişki teşkil ettiği zannedilebilir. Örnek için bkn. S.205


Hakikat ve mecâz imkânı: Kur’an’daki âyetler bazen hakiki bazen de mecâzî anlamda kullanılmışlardır. Bazı âyetlerde hem mecâz hem de hakiki mana aynı anda görülebilmektedir. Meselâ: “..insanları sarhoş bir halde görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir..” (Hâcc;2) âyetinde ilk anda çelişki varmış gibi gözükse de kıyâmetin dehşetine izâfetle mecâzen insanların sarhoş olacakları ifade edilirken, sarhoşluğun şaraptan geleceği düşünülerek hakikate izâfetle de sarhoş olmadıkları dile getirilmiştir.


Fiilin isnadıyla meydana gelen müşkilât: Bazı Kur’ân âyetlerinde de yapılan bir işin isnâdı konusunda ihtilâf olduğu zannedilmektedir. Meselâ “Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı...” (Enfâl;17) Bu âyet Bedir savaşındaki Müslümanlar hakkında inmiştir. Ancak âyette zâhiren fâil müminler ise de, hakîkatte Allah’tır. Yani âyetteki öldürme ve atma olayını yapmak kullara, dileme ve yaratma Allah’a aittir. O halde fâil-i hakiki Allah’tır ve bu yüzden de fiil O’na isnad edilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkn. s.207


Zıt anlamlılığın sebep olduğu ihtilaf: Meselâ “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d;28) âyetiyle, “Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yörekleri titrer..” (Enfâl;2) âyetinde zikredilen kalplerin sükûnetiyle kalplerin titreyişi çelişkili gözükmekte. Ancak demek istenilen müminin kalbi Allah’ın zikriyle huzurludur, ancak haktan ve hidâyetten sapma korkusuyla da her an titremekte ve ürpermektedir. Dolayısıyla söz konusu anlamlar bir bütünü tamamlayan iki unsur konumundadır.


Bir hakikatın farklı biçimlerde anlatımı: Kur’an, Hz. Âdem’in yaratılışından söz ederken farklı ifadeler kullanmıştır. Meselâ, onun topraktan (Âl-i İmran;59), kokuşmuş kara çamurdan, balçıktan (Hicr;26), cıvık çamurdan (Sâffât;11), kupkuru balçıktan (Rahmân;14), yaratıldığını belirtmiştir. Bu âyetler arasında ilk etapta bir tezat olduğu düşünülebilir. Esasen söz konusu âyetlerde geçen şeyler aynı şey olmamakla birlikte cevher itibariyle hepsinin menşei (:kaynağı) topraktır ve bütün bu ifadeler toprağın farklı biçimlerini ortaya koymaktadır. Yani bu ifadeler ilk insanın yaratılış aşamalarını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla aralarında anlam itibariyle herhangi bir çelişki yoktur.




İşkâli Giderme Yolları

Kur’ân müşkillerini gidermek için ortaya iki yol çıkmıştır:

Te’vil ve te’lif yolu: Yukardaki işkâle yol açan sebepler altında verilen bütün örnekler bu konu için de örnek teşkil etmektedir.
Nesih yolu: Allah Teâlâ’nin eski bir hükmü yenisiyle yürülükten kaldırmasını ifade eder ve özellikle müfessirler ve fakihlerin çelişkili görünen bazı âyetleri uzlaştıramadıkları zaman başvurmuşmus oldukları bir yol olarak görünmektedir. Aşşağıda bu konu genişce açıklanacaktır.


E. MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN

Münâsebetin Manası ve Alanı

Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir. Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.

Kur’ân âyetleri çeşitl zaman aralıklarıyla muhtelif sebepler üzerine indirilmiştir. Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektir. Kur’ân’ın içerdiği naslar arasında mantıksal bir anlam ilişkisinin bulunması zaruridir. Bu ilişki hem âyetler hem de sûreler arasında söz konusudur. Hatta bazı âlimlere göre sûrelerin başlarıyla sonları, bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin başı arasında da mana bakımından mâkul bir irtibat ve insicam mevcuttur.

Meselâ Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin adını tesbih et” âyetiyle son bulmuş, müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk âyetinde de sanki Allah’ı tesbih etmesi konusunda insana delil teşkil etmesi için “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir” denilmiştir.Diğer örnekler için bkn. S.211-212

Münâsebâtu’l-Kur’ân İlminin Tarihi Gelişimi

Kaynaklar, Kur’ân âyetleri ve sûreleri arasındaki münâsebetten ilk defa söz eden İslâm bilgininin Ebû Bekr en-Nîsâbûrî (ö.324/936) olduğunu zikretmektedir. Bu zât hem münâsebet hem de münâsebâtu’l-Kur’ân ilmini çok önemli görmüştür ve bu ilme çok katkısı olmuştur. Buna rağmen bu katkısı şifâhi nakilden öteye geçmemiştir. Kur’ân’ın insicâmı konusundaki düşünce ve yorumlarını kitabîleştirmek suretiyle bu ilmin daha kalıcı olmasını sağlayan ilk müfessir er-Râzî (ö.606/1209)’dir. ‘Kur’an’ın tamamı tek bir sûre hatta tek bir âyettir’ tezinden hareket eden er-Râzî, âyet ve sûreler arasındaki münâsebete zaman zaman yer vererek, Kur’an’daki anlam bütünlüğünü ortaya çıkarmaya gayret etmiştir.

VIII. hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû Hayyân’ın hocası Ebû Ca’fer Ahmed b. İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân fî tertîbi suveri’l-Kur’ân adıyla bu münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk müstakil eseri yazmıştır. Daha sonraki asırlarda da Burhânuddîn İbrahim b. Ömer el-Bikâ’î (ö.885/1480) Nazmu’d-durer fî tenâsubi’l-ây ve’s-süver adıyla oldukçca hacimli sayılabilecek bir tefsir yazmış ve söz konusu eserinde müellif, münâsebâtu’l-Kur’ân’a genişçe yer vermiştir. Kur’ân’ın insicâmını böylesine derin ve engin bir şekilde ele bir başka tefsir mevcut değildir.

F. FEZÂİLU’L-KUR’ÂN

Anlamı

Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.

Kur’an’la ilgili Fazilet Hadisleri

Hz. Muhammed (sav) birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine işaret etmiştir:

Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. (Buhârî)
Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir. (Buhârî; Ahmed b. Hanbel)
Kur’an’ın tümü hakkındaki bu fazilet hadisleri güvenilir hadis kitaplarında mevcuttur ve sahih olduklarında şüphe yoktur.

Sûrelerle İlgili Fazilet Hadisleri

Sûrelerin faziletine dair pek çok hadis mevcuttur. Bunların büyük bir kısmı tefsir kitaplarında yer almaktadır:



Kim Cuma günü Âl-i İmrân sûresini okursa, Allah ve melekler güneş batıncaya kadar ona salât (rahmet ve istiğfar)ederler.
Kim En’âm sûresini okursa, her âyetine karşılık yetmiş bin melek gece ve gündüz o insanın bağışlanması için dua eder.


Kur’an sûrelerinin fazileti hakkında nakledilen bu hadisler ez-Zemahşerî, el-Beydâvî ve Ebu’s-Suûd Efendi’nin tefsirlerinde yer almaktadır. Kaynakların belirttiğine göre bu müfesirler söz konusu hadisleri, Kur’an sûrelerinin faziletleri konusunda uydurma hadis nakletmekle tanınan es-Sa’lebî ve el-Vâhidî kanalıyla rivâyet etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki müfessir eş-Şirbînî, ez-Zemahşerî ve ona tâbi olarak aynı hadisleri naklene el-Beydâvî’nin pek çok uydurma hadisi kitaplarına aldıkların söz etmektedir. Bu müfessir söz konusu hadislerin mevzû olduklarını belirtirken, âlimlerin ekseriyetinin görüşünü benimsemiştir. Kur’an sûrelerinin faziletiyle ilgili pek çok hadisin uydurulduğu konusunda açık itiraflarda mevcuttur. Mesela Meysere b. Abdi Rabbih İnsanları Kur’an okumaya teşvik etmek için pek çok fazilet hadisi uydurduğunu beyân etmiştir.



Kur’an sûrelerinin fazileti konusunda uydurulan hadisler teşvik için yaramış olsa bile uydurulan hadislerde öngörülen aşırı sevaplar, Müslümanları Kur’an’ın ruhundan uzaklatırıp sadece onun lafzıyla meşgul etmiştir. Halbuki ümmetin en hayırlısı olan ashâb Kur’an’ın manası ve hükümlerin uygulanması konusunda çok titiz davranıyordu. Böylece bu mevzû hadisler Müslümanları daha çok Kur’an’ın lafzına yönelterek onları asıl görevlerinden uzaklaştırmıştır.



VI.    TARİH İÇERİKLİ İLİMLER

Kur’an tarihe ve tarihi olaylara özel bir önem atfetmektedir. Hedefi, olayların arkasında kalan gizli degerleri, önemli mesajları muhataplarına ulaştırmaktır. Kur’an sadece tarihi bilgileri anlatmakla kalmaz, zaman zaman da Yüce Allah’ın yaratıcı kudretini, tarihin akışıyla birlikte hep var olan İlâhi yasaları (Sünnetullah) görme imkanı sağlayan jeolojik ve biyolojik özelliklere de dikkatlerimizi çeker.

A. KISASU’L-KUR’ÂN

Kıssaların amacı, sadece insaların ahlâkî davranışlarıyla ilgili bir takım sebep ve neticeler üzerinde durmak değildir. Kur’an’ın kendi sunu mantığı ve yöntemi içerisinde kıssalar, bir nakil ve aktarımın ötesinde, toplumsal değişmelere paralel olarak ele alınması ve üzerinde derinliğe düşünülerek birtakım yorum ve prensiplere ulaşılması gereken tarihsel veriler konumundadırlar. Bunlar, İlâhi bir tarih yorumunu elde etmemiz için mevcutturlar.

Kıssa Kelimesinin Anlamı

Kıssa, ‘bir kimsenin izini sürüp adım adım takip etmek’ manasına gelmektedir. İkinci bir anlamı da birine bir sözü beyan etmektir. Bunların dışında anlatmak, hikâye etmek manalarına da gelmektedir. Ancak Kur’an kıssaları için bu anlamları kullanmamak gerek. Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak insanı derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.

Kıssaların Gayeleri

Hz. Muhammed’in nübüvvetini ispat etmek: Bilindiği gibi ne Hz. Peygamber ne de kavmi, geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin durumlarına vâkıf değildir. Yusuf 102, Kasas 44-45 gibi âyetlerde bu husus açıkça dile getirilmiştir. İşte Hz. Muhammed’in bu kıssaları bilmediği halde Kur’an vasıtasıyla doğru bir tarzda anlatması onun, Allah’ın vahyine mazhar olduğunun en büyük delilidir.


Hz. Peygamber’i ve müminleri teselli etmek: Hakka davet meşakkatli bir yoldur. Bütün peygamber bu yolda çeşitli zorluklarla karşılaşmışlardır. İşte bu gibi durumlarda Yüce Allah önceki peygamberlerin kıssalarını inzâl ederek, onların da aynı problemlerle karşılaştıklarını anlatmış, böylece peygamberini teselli edip azmini ve irâdesini güçlendirmiştir.


Muhatapları düşündürmek ve ibret almalarını sağlamak: Görebildiğimiz kadarıyla Kur’an kıssaları, iyilik ve kötülüğün çatışmasını konu edinmektedirler. Her fert Kur’an kıssalarında kendi konumuna ve karakterine uygun bir önek seçebilme imkânına sahiptir. Dolayısıyla mümin insan bu kıssaları okuduğu zaman oralarda anlatılan iyi kişileri takdir edip onlara benzemek, kötülerden de nefret edip onlar gibi olmaktan sakınmak ister.


İslâm’in evrenselliğini ortaya koymak: Tarih boyunca bütün ğeygamberler Allah’ın varlığını ve birliğini tebliğ edip insanlığı şirkten uzaklaştırmaya gayret etmişlerdir. Enbiyâ sûresinin 48-92 pasajı bunun en güzel örneğini oluşturmaktadır. Bu pasajlarda hakiki varlıkla O’na ortak olarak ileri sürülen tanrıların, başka bir ifadeyle hak ile bâtılın mücadelesine yer verilmiş, son âyette de bu anlatımların gayetine temas edilmiştir.


Semâvî dinlerin esasta bir olduğunu beyân etmek: ‘Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i peygamber gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet edin. O’ndan başka ilâhınız yoktur..’ (A’râf;73) ve ‘Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin. Sizin ondan başka ilâhınız yoktur...’ gibi âyetler bu hususa açıkca işaret etmektedir.
Kıssaların Özellikleri

Kur’an, ilâhî mesajı muhataplarına ulaştırmak için tarihi olayları araç olarak kullanmıştır. Kur’an bu önemli hedefi gerçekleştirirken, söz konusu olan kıssaları belli bir takım özellilere riâyet ederek sunar:

Zaman söz konusu değildir. Mekân ve şahıs unsurlarına pek rastlanmaz. Msl. Yâsin 13-27
Bütün kıssalar (Yusuf kıssası hariç) fragmanlar/parçalar halinde zikredilmiştir.
Hangi maksat ile kıssa zikrediliyorsa hâdiselerin sadece o miktarı verilmektedir.
Araplar arasında yaygın olarak bilinen kıssalara yer verilmiştir.
Tarihi birer belge niteliğinde değil, Araplardaki edebî ve menkıbevî özellikleriyle kullanılmıştır.
Tarihi öğeler ön planda görülmeyip çoğu zaman ihmal edilmiş, gayeye hizmet etmeyen detaylar hazfedilmiştir.
Birkaç yerde değişik açılardan ele alınarak tekrar edilmiştir. Ancak her zikredilişin farklı bir münasebeti vardır.
Temsili bir anlatım tarzı seçilmiştir. İfadeler kuruluktan kurtarılıp canlı ve hareket dolu bir savirle müşahhas hale getirilmiştir.
Kıssaların Vâki Olmadığı İddiası

Kur’an kıssalarının gerçekte vuku bulmadığı iddiasını ilk defa ciddi bir şekilde gündeme getiren, Muhammed Ahmed Halefullah’tır. Halefullah’ın konuyla ilgili iddiası şöyledir: Kur’an’ın birçok âyetinde müşriklerin Kur’an hakkındaki ‘evvelkilerin masalları’ nitelemelerine yer verildiği halde hiç bir ayette bu iddialar reddedilmiş değildir. O halde Kur’anda masal bulunduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Kur’an, naklettiği bu olayların vuku bulup bulmadığına, gerçekle uyuşup uyuşmadığına önem vermemiştir çünkü o kıssaları sadece vermek istediği talimat ve öğütler için vesile kılmıştır. Bize göre bu iki iddia da mesnetsiz ve tutarsızdır. Çünkü Kur’an, Furkân sûresinin 5 ve 6. âyetlerinde ‘evvelkilerin masalları’ iddiasını reddetmektedir. Ayrıca, anlattığı kıssaların gayb haberleri olduğunu da birkaç âyetinde ifade etmiştir (Âl-i İmrân:44; Yûsuf:102). Ayrıca Kur’andaki kıssaların Kitab-ı Mukaddes’de anlatılanlara çok benzemesi de bu iddialar için bir delil teşkil etmez. Kitab-ı Mukkades ile Kur’an-ı Kerîm’in kaynağı birdir ve Kitab-ı Mukaddes’in tamamen tahrif edildiğine dair bir bilgi yoktur. Öyleyse bu benzerliklerin bulunmasında gayet tabiidir.

B. ESBÂBU’N-NÜZÛL

Kur’an âyetlerini esasen iki kısma ayırabiliriz. Bir sebebe bağlı olarak nâzil olan ve bir sebebe bağlı olmayıp bir hükmü ortaya koymak amacıyla nâzil olan âyetler. Bu ilimde sebebe bağlı olarak nâzil olan âyetlerin inişiyle ilgili rivâyetleri konu edinmiştir.

Esbâbu’n-Nüzûl Kavramı

Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep denir. Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’. Örnek için bkn. S.232-234

Esbâbu’n-nüzûl Rivâyetleri İçin Kullanılan Tâbirler

Rivâyetler bazı hususî tâbirlerin kullanıldığı görülmektedir. Söz konusu tabirlerin dışındaki ifadeler, İslâm bilginlere göre kesinlik arz etmemektedir. İfadeler:

Âyetin nüzûl sebebi şudur.
Bunun üzerine Allah şu âyeti indiridi.
Bu hâdise üzerine şu âyet nâzil oldu.
Esbâbu’n-nüzûlle İlgili Rivâyetlerin Sıhhati

Tefsir âlimleri, nüzûl sebebpleriyle ilgili rivâyetlerin sıhhatini tesbitte oldukça titiz davranmışlardır. Bunun için sıhhati konusunda birtakım şartlar ileri sürmüşlerdir:

Hadis ilminin, sahih hadisler için öne sürdüğü şartların bu rivâyetlerde de mevcut olmalı.
Anlatılan olayların, Hz. Peygamber döneminde meydana geldiği tespit edilmiş olacak.
Anlatılan husularla ilgili âyet/sûrelerin muhtevaları arasında bir münasebet bulunacak.
Eğer haber mürsel ise, başka bir mürselle takviye edilecek ve hadis rivâyet etmekle meşhur olan tâbiûn müfessirlerinin birinden nakledilmelidir.
Rivâyetlerin Çeşitliliği

Çeşitlilikten maksat, bir âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak birden çok rivâyetin nakledilmesidir. Eğer rivayette geçen sebep aynı, şahıs ve zaman bakımından farklılık söz konusuyla bir problem yok demektir. Ancak bu farklılıklarla birlikte bir de sebep de farklı ise ozaman sırayla takip edilmesi gereken bazı yollar vardır:

Önce rivâyetlerin sıhhat dereceleri araştırılarak sahih olanı alınacak.
Her ikisi de sahih ise, aralarında bir tercih sebebi aranacak. Mesela bir rivâyetin müşahede (:bizzat görme) dayanması yahut Buhârî sahihinde yer alması tercih sebebleri olabilir.
Bu da mümkün değilse olayların zaman bakımından birbirine yakın olup olmadığına bakılır. Eğer zaman bakımından yakınlık var ise rivâyetler arası cem ve te’lif edilir.
Bu da mümkün değilse, o zaman o rivâyetlere konu olan âyet veya sûrenin mükerrer nâzil olduğu kabul edelir. Ancak iki defa bir âyetin nâzil olmasının izahı çok zor görünmektedir. Bunun hikmeti bazı âyetlerin hatırlatma amacıyla tekrar ‘inmiş’ olduğunu düşünebilir. En doğrusunu Allah bilir... (Ayrıntılı bilgi için bkn. S.239-240)
Esbâbu’n-nüzûlün Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Sonuçlar

Olumlu sonuçlar:
Âyet/sûrenin ilâhi maksada uygun şekilde yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin kavranmasına yardımcı olur.
Âyetler arasında var olduğu zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunur.
Müphem âyetlerin anlaşılmasını kolaylaştırır.
Âyet/sûreler arasında münâsebet kurmaya yardımcı olur.
Hasr veya tahsis (:anlamların darlığı?) şüphesini ortadan kaldırır.
Olumuz sonuçlar:
Âyetleri nüzûlüne sebep olan olay ve tarihî şartlarla sınırlı görmek.
Yorum zenginliğine engel olmak.
Müfessirleri gereğinden fazla meşgul ederek onların mesailerini verimsizleştirmek.
Ortaya çıkan birtakım yeni problemlerin Kur’an’ın genel perspektifi içinde değerlendirilmesini önlemek.
C. NÂSİH-MENSÛH

İslâm’ın ilk devirlerinden beri tartışılan bir konu olma özelliğini taşımaktadır. Bu özelliğinden dolayı bu konuyu geniş bir perspektiften ele alınması gereğini düşünüyoruz.

Neshin Tanımı

Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak vebirşeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsih denilmektedir.

Kur’an’da Neshin Varlığı Tartışması

Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni (ö.322/933)’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.

Neshi Kabul Edenlerin Delilleri:
Kur’an da yer alan üç ayrı âyet, neshin varlığından söz etmektedir: “Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye Kâdirdir.” (Bakara; 106). Ayrıca Nahl;101 ve R’ad;39.
Neshin Kur’an’dan bulunduğuna konusunda icmâ mevcuttur.
Sahabeden yaılan nakiller de Kur’an’da neshin var olduğunu göstermektedir.
İki âyet arasında çözülemeyen bir çelişki söz konusu ise akıl neshe müracaatı zaruri görmektedir. Yani nesh aklen de mümkündür.
Neshi Kabul Etmeyenlerin Delilleri:
Neshin varlığına dair açık bir şekilde delâlet eden bir âyet yoktur. Yukarda bahsedilen âyetler, Kur’an’ın, kendinden önceki kitapları yürürlükten kaldırdığını ifade eder.
Neshin söz konusu olduğunu açık bir şekilde ortaya koyacak üzerinde ittifak edilmiş herhangi bir hadis de mevcut değildir.
Mensûh olduğu ileri sürülen âyetlerin sayıları konusunda da ittifak edilmemiş.
Çoğu zaman mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olduğuna dair kesin bir delil yoktur.
Nesih, akâidle ilgili olmayıp, tefsir ilminde bir sistem niteliğindedir. Reddi küfrü gerektirmez.
Esasen Kur’an’da neshin bulunmadığını ileri süren âlimler, bu hususu tahsîs kavramıyla açılmaktadırlar. Onlara göre Kur’an’da yer alan herhangi bir hüküm hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılmamış; ancak bazı durumlarda bir nassın daha sonra gelen bir nasla anlam alanı darltılmıştır.

Nesih ile Tahsisin Farkları

Nesih hükmün bütün cüzlerini ilga eder, tahsis hükmün sadece bir kısmını kaldırır.
Nesih sadece emir ve nehiylerde mümkün olur, tahsis haberlerde de yapılabilir.
Nesihte mensûhun nâsihten önce nâzil olması gerekirken tahsiste bu şart yoktur.
Nesih yalnız kitap ve sünnette, tahsis bu iki aslın dışında da söz konusudur.
Neshin Şartları

Nâsıh ve mensûh âyetler arasında birbirleriyle uzlaştırılmayacak derecede bir çelişki olması.
Nasların şer’î hüküm taşıması ve mensûh nassın ebedi olduğuna dair bir ifadenin olmaması.
Mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olmuş olması
Neshe konu olan hükmün, iyilik ve kötülük vasfı taşımaması. (Ana-babaya iyilik gibi).
Hüküm açısından nâsıh nassın mutlaka mensûhun seviyesinde veya daha üstün olması.
Neshin Tespiti

Peygamber Efendimiz önceden koymuş olduğu bir yasağı sonradan kaldırarak sünnetteki neshe işaret etmiştir ancak Kur’an’da neshin varlığına dair herhangi bir beyanda bulunmamıştır. Neshin tespiti konusunda o yüzden sahâbenin bilgisine başvurmak gerekmektedir. Çünkü onların verdiği bilgiler, sonrakiler için çok önemli bir kaynak niteliği taşımaktadır. Belirleyici diğer bir hususta icmâ’dır.

Neshin Kısımları

Metni Mensûh Hükmü Bâki Naslar: Nesih savuncuları bu kısma örnek olarak ‘recim âyeti’ diye nitelendirilen “evli erkek ve evli kadın zina yaptıkları zaman Allah’tan bir cezâ olarak muhakkak onları recmedin. Allah mutlâk gâlip ve hikmet sahibidir” anlamındaki metni zikretmektedirler. Bu anlayışa göre söz konusu metin daha önce âyet olarak indirilmiş, ancak Yüce Allah belli bir zaman sonra onun hükmünü yürülükte bırakıp, lafızlarını iptal etmiştir.
Bu konuda açıklama için bkn. S.251-256


Metni Bâki Hükmü Mensûh Naslar:Neshin varlığını savunanlar, mensûh âyetler üzerinde ittifak etmiş değillerdir ancak hepsi için geçerli olan lafızlarının okunmasına karşılık hükümleriyle amel edilmemesidir. Bu konuda örnek olarak içki âyetlerini verebiliriz. Mâide;90’nın, Nahl;67, Bakara;219 ve Nisâ;43 âyetlerini neshettiği ifade edilmektedir.
Daha çok örnek için bkn. S.256-260


Hem Hükmü Hem Tilâveti Mensûh Naslar:Bu hususta ileri sürülen nas şöyledir: Buhârî’nin rivâyetine göre Hz. Âişe söz konusu naklinde şöyle demiştir: ‘bilinen on defa emzirme haramlık hükmü doğurur’ âyeti, Kur’an’ın içinde yer almakaydır. Ancak daha sonra bu, ‘beş bilinen emme’ ile neshedildi. Hz. Peygamber (sav) vefat ettiği zaman onlar Kur’an âyetleri arasında okunmaktaydı. (Müslim;İmam Mâlik;Tirmizî,Dârimî, Ebû Dâvûd) Nesih taraftarlarına göre ilk önce on emzirmenin evlilikte haramlık hükmü doğurduğunu ifade eden âyet nâzil olmuştu, ancak bu daha sonra beş emzirmeyi hüküm olarak ortaya koyan âyetle neshedildi. Ardından da beş emzirmeyi ifade eden âyet tilâvet yönüyle Mushaf’tan çıkarıldı. İlk âyet hem hükmen hem de tilâveten yürürlükten kaldırılırken, ikinci âyet yalnızca lafız yönüyle nesh edilip hükmü ibkâ edilmiş oldu.
Sonuç

İslâm bilginlerinin çoğunluğu neshi tefsir ilminde bir çözüm olarak kabul edip savunurken, bir kısmı da Kur’an’daki mevcût âyetlerin hepsinin bir işlevi olduğunu ileri sürüp neshi reddetmektedir. Bize (Muhsin Demirci vs...) göre burada isabetli olan görüş, neshe kapılamayan aralamayan görüştür. Çünkü Kur’an başlı başına bir hukuk sistemi değil, İslâm hukuk sisteminin öncelikli temel kaynağıdır. Böyle olunca Kur’an’ın içerdiği bütün naslar hukuk için malzeme niteliğindedir. Tabii ki bu durumda da bir nassın bir başka nasla teâruzu (:çatışması) söz konusu değildir. Naslar arasında herhangi bir çelişki olmadığı sürece de nesihten söz etmenin bir anlamı yoktur. Zira nesih, naslar arasında meydana gelebilecek teâruzu ortadan kaldırmak, böylece Kur’an’da anlam yönünden bir bütünlük oluşturmak için öngörülen bir yoldur. Kaldı ki bir çözüm yolu olarak başvurulan nesih, problemleri halletme uğruna bazen yeni problemler de ortaya çıkmaktadır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://tefsir.hareketforum.net
 
Prof. Dr. Muhsin Demirci – Tefsir Usûlü (ÖZET)
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» El Fevzul Kebir Fi Usulit-TefsirŞah Veliyullah Dihlevi Tefsir Usulü 98.88KB

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Kuranı Kerimi Anlamaya Çalışıyoruz :: Tefsir :: Tefsir Usulü-
Buraya geçin: